1) Cinler hakkında kısaca bilgi verir misiniz?
Elbette, elimizden geldiğince bilgi vermeye çalışalım, inşallâh. Cinler hakkındaki bilgiler iki çeşittir.
- Birincisi: Hak olup, vahye dayanan, kaynağı Kur’ân ve Sünnet içerikli bilgiler: Bu bilgiler bize Rabbimiz tarafından öğretilmiş, Rasûlü (aleyhisselâm) tarafından aktarılmış, ilim ehli tarafından doğrulanmış ve tasdik edilmiş bilgilerdir. Rabbimiz, cinlerin yaratılışı hakkında şöyle buyurur:
“Cânnı da dumansız yalın bir ateşten yarattık.” [Rahmân: 55/15]
Rabbimizin bize cânn’ın yani cinlerin babasının yaratılışını dumansız yalın bir ateş olarak tarif eder. Peki, cinler, saf ve yalın bir ateşten yaratıldılar da yaratılışları öylece saf ve yalın bir ateş olarak mı kaldı? Elbette ki hayır. Onlar da insanların topraktan yaratıldığı gibi bir yaratılışa uğradılar. İnsan nasıl topraktan yaratılarak et ve kemik haline getirildiyse, cinler de aynı şekilde yalın ve dumansız bir ateşten yaratılmalarına rağmen onlara kendi yapılarına uygun şekilde bedenler, kan, kalp, göz duygu, düşünce gibi birtakım vasıflar verildi. Yaratıldıkları gibi bırakılıp dünyaya gönderilmediler. Fakat bizim onların bu yaratılışları hakkında pek bir bilgimiz yoktur. Ne Rabbimiz, ne de Nebimiz (Allâh’ın selâmı üzerine olsun) bize bu noktada açık ve net bilgiler vermemiştir. Bu bizim işimize yarayacak bir bilgi olsaydı elbette Allâh Celle Celâluhû ve Rasûlu aleyhisselâm bunun gerçek mahiyetini bize haber verirlerdi. O halde bize düşen hakka tabi olarak sadece bize anlatıldığı kadarı ile meseleye bakmaktır. Onun ötesini ancak âlemlerin Rabbi bilir.
Burada aklımıza; “bize cinlerin bu yaratılışları hakkında bilgi verilmemiştir dediniz fakat konuşmanızda cinlerin ilk yaratıldıkları gibi yalın ateş olarak kalmadığını ve yaratılışlarının farklılaştığını dile getirdiniz. Siz bu bilgileri nereden aldınız?” diye bir soru gelebilir şöyle izah edeyim, inşallâh.
Allâh Celle Celâlühû bize Kur’ân’da birçok şeyin yaratılışı hakkında bilgiler verir. Fakat bu yaratılanlar onların yaratıldığı gündeki gibi kalmalarını gerektirmez. Allâh dilediğini dilediği şekilde yaratmaya kâdirdir. Örneğin, bizler berzah âleminde iken et, kan ve sudan oluşan varlıklar mıydık? Elbette ki hayır. Bizler sadece ruhlar olarak vardık. Sonradan et, kan, su ve belirli bir şekil olarak Rabbimiz tarafından dünyaya gönderildik. Bu da bize gösteriyor ki cinler de aynı şekilde dünyada yaşayabilmek için. Yiyen içen, düşünen ve bizim gibi vahiyden sorumlu olarak yeryüzüne gönderildiler. Nitekim sadece dumansız yalın bir ateş olarak gönderilselerdi o halde biz onlara ancak su ile zarar verebilirdik. Çünkü ateşin düşmanı sudur. Rüzgâr onu destekler ve yeryüzü o ateşin devamlı yanmasına müsait bir ortamdır. Oysa bilakis biz o ateşten yaratılmış olan cinlere birtakım maddeler ile zarar verebiliyoruz. Örneğin yüksek bir yerden bir şey onların üzerine düştüğünde onlara zarar verebiliyor hatta ölümlerine bile sebep olabiliyor. Nitekim onlar da bizim gibi canlı varlıklardır ve tevhidden, tevhidin gereklerinden sorumlu tutulmuşlardır. Ancak hakikat şudur ki, kendileri hakkında çok sınırlı bilgiye sahip olduğumuz konuların üzerinde çok fazla durmamak gerekir.
- İkincisi: Bu bilgiler de vahye dayalı olmayan, batıl bilgilerdir: Bunlar, Rasûlullâh aleyhisselâm’ın bize haber vermediği bilgilerdir. Fakat bu bilgiler genelde cânn’nın yaratılışı hakkında değil, zatı ve taifesi hakkında verilen bilgilerdir. Buna örnek olarak da Ezîdilerin şeytan hakkındaki yani Rabbimizin cânn diye tabir ettiği varlık hakkındaki inançlarını gösterebiliriz. Onlar cânna yani iblise ibadet ederler. İnançlarına göre iblisin adı melek tavustur ve tavus kuşu ile sembolleştirilmiş. Yine onların inancına göre tanrı iyidir ve iyiye ibadet etmeye gerek yoktur. Zaten kendisine ibadet etsen de etmesen de o iyidir. Oysa melek tavus (iblis-şeytan veya onların çocukları cinler) kötüdür ve kendisinden korunmak için kötü olana ibadet etmek gerekir ki onun kötülük ve azgınlıklarından, başa getireceği musibet ve belalardan korunmuş olunulsun. Bu cinler hakkında insanların uydurdukları hurafelerden sadece kısa bir kesittir. Bu yüzden Ezîdiler cinleri beslemek için ve onlara ibadet amaçlı birtakım ritüeller yaparak onlardan korunmayı amaçlarlar. Yine satanistler de aynı şekilde iblise bir takım yüksek güçler izafe ederek ona ibadet ederler. Bu da onların dininin bir parçasıdır. Meseleyi başlı başına açmaya kalksak maalesef yeni bir kitap yazmamız gerekebilir bu sebeple şimdilik bu soruyu burada kapatalım, inşallâh.
2) Cinlere inanmayanların durumu nedir?
Bence bu kimseleri iki kısma ayırmamız gerekiyor.
- Birincisi: Allâh’a, peygamberlerine, meleklere ve ahiret gününe iman etmeyenler… Onlar için söylenebilecek pek bir söz yoktur. Bunca gerçeği inkâr ettikten sonra elbette biz onların cinlere inanmasını da bekleyemeyiz. Onlar kendi heva ve hevesleri neye iman etmek istiyorlarsa zaten o şekilde hevalarına göre istedikleri şeye istedikleri şekilde iman ediyorlar. Bu yüzden bu adamları bu noktada çok da zorlamaya gerek yoktur. Allâh’a iman etmeyeni cinlerin varlığına hangi delille iman ettirelim?
- İkincisi: Kendisine Müslüman ismini ve vasfını verdikleri halde cinlere inanmayanlardır. Biz onlara şunu sorarız. Cinlerin varlığına mı iman etmiyorsun? Yoksa cinlerin insan bedenine girdiğine mi iman etmiyorsun? Eğer cinlerin varlığına iman etmiyorsa bu açıkça Allâh’ın -Celle Celâluhû- ayetlerini yalanlamaktır ki bu kişiyi küfre götürür. Yani kâfir yapan bir inanç, daha doğrusu inançsızlıktır. Çünkü Rabbimiz birçok ayetinde cinlerden, onların varlıklarından ve sorumlu tutulduklarından bahsetmiştir. Yok, eğer cinlerin varlığına iman ediyor fakat insan bedenine girdiğine ve insana zarar verdiğine iman etmiyorsa, yani inanmıyorsa o zaman bu kez de Allâh’ın elçisinden gelen hadîsleri inkâr etmiş ve Sünnet’i yalanlamış olur. Nitekim zincirle bağlanmış halde Peygamberimize getirilen birisine Peygamberimiz tarafından rukye yapılarak cininin bedeninden çıkarıldığı ve adamdaki o delilik eserinin ortadan kaybolduğu sabit olmuştur.
3) Musallat nedir? Şahit olduğunuz kadarıyla musallat vakaları çok yaygın mıdır?
Musallat, herkesçe bilinen tabirle; bir veya daha fazla cin topluluklarının insanlara galebe çalması, bedenlerinin dışından veya bedenlerin içine girerek onları rahatsız etmesidir. Zaten adından da anlaşıldığı gibi insana içten veya dıştan şerrini bulaştırmaya çalışmasıdır. Musallat gerek âlim gerek cahil herkes tarafından bilinen bir şeydir. Bana göre asıl olan ise cinlerin insanlara musallat olmaları değil, neden musallat olduklarıdır. Bu da yine çok uzun bir konu olduğu için, başka yazılarımızda derince açmayı Rabbimiz bize nasip etsin, inşallah.
Musallat vakalarına gelince… Evet, bugün gerçekten musallat vakaları çok fazla artmış, şeytan ve aveneleri altın çağını yaşamaktadır. Gerçi sadece bizim çağımızda değil, önceki çağlarda da musallat vakaları çok fazlaydı. İbni Kayyim el-Cevziyye -Allâh ona rahmet etsin- şöyle demiştir: “Sen insanlara bakınca onları sağlıklı, aklı başlarında olarak görürsün. Fakat onların çoğu saralıdır.” Düşünün bu kelimeler 14. Yüzyılda söylenmiş. Şimdi ise insanların durumlarına baktığımızda neredeyse şeytan ve avenelerinin; “insandan Allah’a sığınırız!” dediklerini duyacağız gibi geliyor. Yani anlatmak istediğim şudur ki, gerçekten musallat vakaları çok artmış fakat insan denilen varlık da cinlerle yarışır hale gelmiştir. Hatta bazı musallat vakalarındaki terapilerimde cinlerin insanlardan Allâh’a sığındıklarını bile duymuşluğum vardır. Bizler, ins ve cin şeytanların her ikisinden de Rabbimize sığınırız.
4) Kişi kendisinde musallat olduğunu nasıl anlar? Belirtileri nelerdir?
Kişi kendisinde musallat olduğunu ilk etapta çok zor anlar. Hatta anlasa bile bunu kendisine konduramaz. Örneğin, kişinin hayatı değişmeye, hastalıkları artmaya, olumsuzluklar baş göstermeye başlar. Daha önce hayatında olmayan birçok problem ve bunun yanında birçok düşünce ile baş başa kalır. Fakat bunun sebebini bir türlü anlayamaz. Hatta bu kişi cinleri, sihri, büyüyü, hasedi, nazarı çok iyi bilen birisi bile olsa bunu kendisine konduramaz. Konduramamasının ise birçok sebebi vardır. Önce bu durumların geçici olduğuna kendini inandırmaya çalışır. Sonra bakar ki bunlar geçici değil ve gün geçtikçe daha da ilerliyor. Acaba psikolojik mi? Diye kendini telkin etmeye başlar. Doktorlara gider, hastanelerin kapısını aşındırır ilaçlar terapiler derken yine bir çözüm bulamaz. Bu kez de “şimdi ben okunsam bedenimde musallat çıksa insanlara ne derim, nasıl inandırırım veya ne derler? Cinli derler, beni alaya alırlar” gibi düşüncelerle kendi içine daha çok kapanır ve musallatının üzerine bir de kalabalık sorunlar topluluğu bina etmiş olur.
Çünkü sorunlarına “psikolojik” der ama sonuç bulamaz. “Bir tür hastalığım var” der ama bütün tahlilleri de temiz çıkar. Bütün bunlardan kendini kurtaramayınca da geriye sadece musallat kalır. Onu da; “yok canım bana neden musallat olsun, ya da bana kim büyü yapsın, benim neyim var da nazar değsin, malım mülküm yok ki bana haset edilsin” diye kendini avutarak reddetmeye çalışır. Bu yüzden maalesef birçok vakada geç kalınmışlıklarla karşı karşıya kalıyoruz. Sırf kendilerine konduramayıp bunu gizlediklerinden dolayı durumları çok ilerlemiş ve artık tedaviye tepki vermeyen ve kendileri için artık yapacak bir şeyin kalmadığı danışanlarımız bir hayli fazladır.
Musallatın belirtilerine gelince; musallatın çok çeşitli belirtileri vardır. Burada bunlardan onlarca belirti sayılabiliriz. Bunlardan birkaçını burada belirtelim, inşallah. Bu belirtiklerimiz okuyuculara da ön bilgi olsun.
Bazı belirtilerimiz şunlardır: Uykuda sıçrama, diş gıcırdatma, yüksekten düşme hissi, vücutta dolaşan ağrılar, kasık ve belde ağrı, midede şişkinlik, kabızlık, gaz, geğirme, rüyada kedi, köpek, fare, akrep, yılan, böcek gibi hayvanlar veya korkulu rüyalar görme gibi semptomlar, bunlardan bazılarıdır. Daha bu şekilde onlarcası da sayılabilir. Bununla birlikte kişinin yaşadıklarına göre önce rukye yapılıp sonra teşhis konması gerekir. Nitekim bütün belirtiler nazara işaret etse bile bazen altından büyü çıkabilir. Bazen de bütün belirtiler büyü alametidir fakat altından basit bir musallat çıkabilir. Bunun tam olarak teşhisinin konulması için mutlaka ehil birisinden yardım alınmalıdır. Aksi halde yanlış teşhis, yanlış tedaviye götürür ki yanlış tedavi de faydadan çok zarar getirir.
5) Rukye terapisinde süreç nasıl işlemektedir? Kısaca bahsedebilir misiniz?
Buradaki süreç nasıl ilerler? Ve süreci kim nasıl belirler? Onu birazcık ele almamız gerekiyor. Süreç dediğimiz şey giriş, gelişme, sonuçtan ibarettir. Fakat her rukyeci kendi giriş, gelişme ve sonucunu kendisine göre belirliyor. Ne yazık ki burada net bir usûl yok. Bu sebeple de danışanların çoğu iyileşmek yerine gün geçtikçe daha da kötüye gitmekteler. Bu konuda belki rukye yapan kardeşler bana kızacaklar ama ne yazık ki bazılarının usûlü; “gelsin okuyayım, sonra yine gelsin okuyayım”dan ibarettir. Yani sadece giriş vardır, fakat gelişme ve sonuç yoktur. Hâl böyle olunca da insanlar bir gün onun kapısında, diğer gün başkasının kapısında çare aramaktalar. İşin sonunda geriye ümidi ve inancı tükenmiş insanlar bırakarak yollarına devam ederler. Oysa her danışan kendi başına bir doktoradır ve üzerinde derin bir çalışma gerekir.
6) Rukye tedavisinde şifa bulamayan hastalar oluyor mu? Şifa bulanlar için belirli bir zaman var mı, yoksa bu süreç kişiden kişiye değişiyor mu?
Her hastalıkta olduğu gibi rukye terapisi ile de hastalar şifa bulamayabilir. Sonuç itibariyle şifa veren ve şafii olan rukyecinin kendisi değil, âlemlerin Rabbi olan Allâh Celle Celâluhû’dür. Burada ehil bir rukyeci sadece şifada vesiledir. (Ehil olmayanlar ise birçok kez şahid olduğumuz üzere rahatsızlığın artmasına sebep olabiliyor.) İnsanların kesinlikle bu bilinçte olmaları gerekir. Rukyeci kendisini, danışan da rukyeciyi şafii şifa veren olarak görmemelidir. Aksi halde iş terapiden çıkıp iman-küfür meselesine kadar gider ki Allâh korusun şifa ararken bir de bakmış kâfir olunmuştur. Bu her iki taraf için de son derece ince bir çizgidir.
7) Şifa bulanlar için belli bir zaman var mıdır? Yoksa süreç kişiye göre değişir mi?
İnsanlar ne yazık ki hoca vasfında olan kişilere giderken şunu bekliyorlar: Hoca “püf” deyip üflesin. Hasta da “hop” deyip ayağa kalsın. Eski haline dönsün. Oysa bütün hastalıklarda olduğu gibi bu da süreç isteyen bir rahatsızlıktır. Bir haftada terapileri bitenler olduğu gibi bir iki sene uğraşılmak zorunda kalınan hastalar da vardır. Ama burada asıl olan şey rukyecinin danışanına doğru teşhis koyması, onu kontrol altında tutarak seanslarını rahatsızlığa göre yapmasıdır. Hasta iyileşmiyorsa mutlaka geride eksik bırakılan bir şeyler kalmıştır ve bunun peşine düşülmesi gerekir. Allâh Celle Celâluhû’nün hastaya şifayı geciktirmesi hiç şifa vermeyeceği anlamına gelmez. Bilakis çiğnemeden ekmek yutamıyoruz. Mücadele edip savaşmadan nasıl bir hastalığın üstesinden gelebiliriz. Düşünün ki en basit gribi bile bir hafta, on günde zor atlatırken, üç-beş seans rukye ile de şifanın gelmeyeceğini bilmek gerekir. Rabbimiz, İbrahim aleyhisselâm’ın şöyle dua ettiğini bizlere haber verir:
“Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur” [Şuara: 26/80]
Bir Cevap Yaz
