«
  1. Anasayfa
  2. 14. SAYI/ TEMMUZ 2025
  3. Müslümanların Küçüğü, Allâh Katında Büyüktür

Müslümanların Küçüğü, Allâh Katında Büyüktür

ONUR

Rahmân ve Rahîm olan Allâh’u Teâlâ’nın ismiyle…

Hamd, kendisine yücelik ve hükümrânlıkta eşit bulunmayan, el-Aliyy olan Allâh’u Teâlâ’ya mahsustur. Hayâtı boyunca bir an olsun nefsine meyletmeyen, insanlığın en yüksek makamında olduğu hâlde “Ben ancak bir kulum” diyen, tevâzunun zirvesi olan Rasûlullâh’a, âline ve ashâbına salât ve selâm olsun.

Değerli okuyucu! İnsanların, Allâh’u Teâlâ katında değeri takvâ ile ölçülüdür. Bunun yanında ise hiçbir makâmın veya statünün önemi yoktur. Nitekim kul olarak bizim tek amacımız yaratıcımızı râzı ederek onun katında değer kazanmaktır. Allâh’u Teâlâ bizlere şöyle buyurmuştur: “İşte âhiret yurdu! Biz onu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sâhiplerinindir.” [Kasas: 28/83]

Müslümanlar her daim tevâzu ile elinde olan nîmetlere şükretmelidir. Özellikle ilim, mal ve statü noktasında bilmelidir ki o makâmlar ve değerler insanlara Allâh’u Teâlâ tarafından bahşedilmiştir. Bu nîmetler kişiye ya zelil düşürücü birer imtihân olacaktır, Ya da bu nîmetler hayır yolunda Allâh’u Teâlâ’nın rızasını kazanmak için birer araç olacaktır. O halde bunu elde etmek için her daim tevâzu ile yaşamamız ve kibirden uzak durmamız gerekir.

Minhâc Dergi’si olarak bu sayımızı tevâzu kavramına ayırdık. Rabbimizden niyâzımız; bu yazımızla Allâh’u Teâlâ’nın katındaki büyüklüğü tevâzu ile kazanmanın şuurunu elde edip kibirden kaçınmaktır.

Yardım ve başarı Allâh’u Teâlâ’dandır.

Tevâzunun Fazîleti

Öncelikle bahsettiğimiz üzere tevâzu Allâh’u Teâlâ’nın rızasını celb eden bir ahlâktır. Kur’ân-ı Kerîm’de ve Rasûlullâh’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünnetinde tevâzu övülmüştür ve tevâzu ehli insanlar cennet ile müjdelenmişlerdir. Nitekim Rasûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Kim Allâh için alçak gönüllü olursa Allâh da onun derecesini yükseltir.” [Müslim]

Buna ziyâde olarak tevâzu sıfatı, insanlar arasında sevgi, dostluk ve adâleti sağlar, ümmetin ülfetini kuvvetlendirir. Bunun zıddı olan kibir, kin ve haset gibi kötü duygulardan kalbi arındırır. İnsanlar birbirlerine karşı büyüklenmediği sürece haset ve kibir ortadan kalkar. Bilakis Müslümanlar, fakirlere, zayıflara ve konum olarak kendisinden altta olana saygı ve merhamet çerçevesinde yaklaştıkça hem nefsi huzurla dolar hem de karşısındaki kişiden beklediği karşılığı elde eder.

Özellikle bir davetçi için karşı tarafa yansıttığı davranış bu noktada çok önemlidir. İnsanlar kibirli kişilikleri sevmezler ve genelde dâvetlerine icâbet etmek istemezler. Fakat Nebî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizlere miras bıraktığı ahlâk çerçevesinde insanlara tebliğ yapan Allâh’u Teâlâ’nın izniyle daha başarılı bir sonuç alır. Mütevâzı bir dâvetçi insanlarla rahat bir şekilde diyalog kurup aralarında bir ünsiyet oluşturabilirken, kibirli dâvetçi toplumdan uzak bir hayâta mecbur kalır.

İslâm cemaatlerinde her bir birey eşittir. Hatta târih boyunca İslâm’ın önderleri zayıf ve fakir insanlardan oluşmuştur. Onların arasına varlıklı ve güçlü bir Müslüman katıldığında ise onlarla aynı safta namaz kılmış ve aynı safta savaşa çıkmıştır. Bunun en büyük örnekleri sahâbe’de (radiyallâhu anhum) görülmektedir.

Tevâzu Sâhiplerinden Örnekler

Bizlere en güzel yolu gösteren Rasûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allâh’u Teâlâ’nın ona vermiş olduğu yüce makâmına rağmen asla insanlara tepeden bakmamıştır, burun kıvırmamıştır. O hastaları ziyâret eder, cenâzelere iştirak eder, köle tarafından da olsa dâvete icâbet ederdi. Ayakkabılarını tamir eder, elbisesine yama yapar, ev işlerinde ailesine yardım ederdi. İnsanları fakir, zengin, çocuk veya yaşlı ayırt etmeksizin selâm verir selâmlarını alırdı. Müşriklere karşı dâhi şefkat ve merhamet ile yaklaşırdı ve yine ayırt etmeksizin gücü nispetince herkese dâvetini ulaştırmayı arzulardı.

Bu örneği özetleyen en güzel kıssalardan biri ise şudur: Bir gün Rasûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashâbı ile birlikte oturuyordu. O sırada yanlarına vicâhen henüz onunla tanışmamış bir adam gelir, meclise bakar ve “hanginiz Muhammed’dir.” Diye sorar. Rasûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashâbı arasında dayanmış oturuyordu. “İşte dayanmış olan şu beyaz kimsedir.” dediler. [Buhârî]

Siz hiç seçmenleri arasında fark edilmeyen bir lider gördünüz mü?

Siz hiç müridleri arasında fark edilmeyen bir şeyh gördünüz mü?

Siz hiç yoksulların arasına karışıp giden ve fark edilmek istemeyen bir zengin gördünüz mü?

Oturma düzenlerinde, kılık kıyâfetinde, ilişkilerinde o kadar eşit ve mütevâzı bir haldedirler ki dışardan gelen birisi, ümmetin lideri, Müslümanlar’ın önderi olan Rasûlullâh’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashâbından ayırt edemezdi.

Mü’minler makâm sahibi oldukları halde alçak gönüllülüklerinden zerre miktar eksiltmemişlerdir. Ebû Bekir es-Sıddık (radiyallâhu anh), Medîne’nin bâzı genç kızlarının koyunlarını sağardı. Halîfe olduğunda ise kızlar, o halîfe olduktan sonra süt sağmayacağını düşünmüşlerdi. Fakat makâmı Ebû Bekir’i (radiyallâhu anh) değiştirmedi ve o, kızlara yardım etmeye devâm etti.

Yine Ebû Bekir, (radiyallâhu anh) Usâme bin Zeyd’i (radiyallallâhu anh) sefere çıkarken uğurluyordu. Rasûlullâh’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) halifesi yürürken Usâme (radiyallâhu anh) atın üzerindeydi. Ona ata binmesini yoksa kendisinin attan ineceğini söylediğinde o: “Vallâhi, ne ben ata bineceğim ne de sen bineğinden ineceksin. Benim ayaklarım da bir saat Allâh yolunda tozlanması gerek” buyurmuştu.

İşte Nebî’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) tevâzu sıfatını mîras almış ve Allâh’u Teâlâ’ya kulluk etmenin formülünü çözmüş olan bir halîfe… Çünkü o, insanların en hayırlısı olduğu halde “Ben ancak Kureyşli kurumuş et yiyen kadının oğluyum” [ibn Mâce] diyen bir Nebî’nin sahâbesi. Bizler de tevâzunun zirvesi olan o Nebî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetindeniz.

Tevâzunun Zıddı Kibir

Kibir, kesinlikle Müslüman için câiz olmayan bir haslettir. Büyüklük yalnızca el-Azîm olan Allâh’u Teâlâ’ya mahsustur. Rasûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Allâh’u Teâlâ buyuruyor ki: Azâmet benim ridâm ve büyüklük izârımdır. Kim bunlar konusunda benimle boy ölçüşürse, onu cehenneme atarım.’[Müslim]

İblis’in kibri onun küfrüne ve lanetlenip kovulmasına sebep olmuştur. O kendisini o kadar yüceltmişti ki hırsından dolayı Cehennem’e sürükleneceğini bildiği halde Allâh’u Teâlâ’nın emrine uymamayı tercih etti. “Meleklere:  ‘Âdem’e secde edin!’ dediğimizde İblîs dışındakiler derhal secdeye kapandı. İblîs ise direnerek bundan kaçındı, kibirlendi ve kâfirlerden oldu.” [Bakara: 2/34] Öyleyse kibrin kişiyi ne kadar büyük bir felâkete sürükleyebileceğini görüyoruz. Rabbimiz bizleri bu âyetle apaçık uyarmıştır.

Bunun yanı sıra birçok âyette ve hadîste kibirlenmek yerilmiş ve kibir sahipleri Cehennem ile tehdit edilmiştir. Abdullâh b. Mes’ûd’tan (radiyallâhu anh) rivâyet edildiğine göre, bir gün Rasûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyurdu. Bunu duyan bir adam, “Ama insan elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasından hoşlanır!” deyince, Rasûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Allâh güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise hakîkati inkâr etmek ve insanları küçük görmektir.” [Müslim] buyurdu.

Kibirli insan kendisini başkalarından üstün görür veya insanları alçak görür. Bu ise etrafındakilerin ona buğz etmelerine ve ondan uzaklaşmalarına sebep olur. Bu durum o kişinin kendi nefsine, insanlara ve en önemlisi dâvete zarar vermektedir. Ayrıca kibirli olan bir insan başkalarından nasihat almaz, görüşlerini kabul etmez ve cemaatten uzaklaşıp sonunda yalnız kalır.

Kısacası kibir, hem Allâh’u Teâlâ’nın  gadâbını celb eden, hem de zarar vermekten başka bir şeye yaramayan kötü bir tuzaktır. Şeytan insanları buna çağırır. Müslüman ise daima bu halden kaçınıp tevâzu ahlâkına sımsıkı sarılmalıdır.

Hâtime

Değerli okuyucu! Tevâzu kavramını kısaca ele alıp örneklerle fazîletlerinden bahsettikten sonra görüyoruz ki; bizler kurtuluşa ermek istiyorsak kibirden tamâmen soyutlanıp alçak gönüllü birer Müslüman olmamız gerekir. Bizler bu ölümlü dünyâya ancak Allâh’u Teâlâ’ya ibadet etmek için gönderildik. Öldüğümüz zaman ise ne malımızı, ne makâmımızı ne de dünyâlık hiçbir varlığımızı O’nun huzuruna götüremeyeceğiz. Orada sâdece verilen nîmetlerle yaptığımız ameller karşımıza çıkacaktır. Bizler en küçük kırıntının bile hesâbını verecekken sanki dünyâlar bizimmiş gibi kibirlenmemizin ancak zararı olabilir. Allâh’u Teâlâ bizlere nîmetler verdiyse bunları ona daha güzel ibâdet etmek için, onun yolunda daha çok hizmet edip fedâ edebilmek için kullanmamız en doğrusudur. Nîmetlerin şükrünü vermek noktasında istikâmetimiz bu olmalıdır.

“O gün ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (arınmış bir kalp) ile gelenler başka.” [Şuarâ: 26/88-89]

“Andolsun, o Cehennem’i mutlaka göreceksiniz. Sonra, andolsun onu kesinlikle gözünüzle göreceksiniz. Sonra o gün, size verilen nîmetlerden mutlaka hesâba çekileceksiniz.” [Tekâsur: 102/6-8]

Duâ:

Rabbim! Bizlere Nebî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ahlâkı üzere olabilmeyi nasip et! Onun ve ashâbının tevâzu sıfatını bizlere bahşet! Şeytanın tuzaklarından bizleri koru! Bizleri senin yolundan ayıracak, kalbimize zarar verecek kişilerden, maldan ve makâmlardan muhafaza eyle! Allâhumme âmîn…

Bir sonraki yazımızda buluşmak ümidiyle, sizleri Allâh’u Teâlâ’ya emânet ediyoruz.

Minhâc Dergisi 14. Sayı | Temmuz 2025 | Erdem Onur

Bir Cevap Yaz