El-Mütekebbir olan Allâh’ın ismiyle…
Hamd, âlemlerin Rabbi Allâh’u Teâlâ’ya mahsustur. Salât ve selâm ise O’nun Mütevâzı Nebîsinin, âlinin ve ashabının üzerine olsun. Bu vesileyle siz değerli okurlarımızı da selâmlarım; es-Selâmu aleykum…
Giriş
İslâm dîni, hayatımızın bir parçası değil, hayatımızın ta kendisidir. A’dan Z’ye bütün işlerimizin nizamı onun sınırlarıyla belirlenmiştir. Bu hakikat âyetlere de konu olmuş ve Rabbimiz şöyle söylememizi emretmiştir; “De ki: Hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allâh içindir” [En’âm: 6/162]. Yani Müslüman olmak ilk adım, Müslümanca yaşamak ikinci adım ve son olarak Müslümanca ölmek de üçüncü adımdır. Böylece hayatımız, başından sonuna İslâm üzeredir.
“Ey îmân edenler! Allâh’tan, sakınılması gerektiği gibi sakının, sizler ancak Müslüman olarak ölün!” [Âl-i İmrân: 3/102]
Hayatının her köşesini İslâmla dolduran ve Müslüman olarak emaneti teslim eden Nebîmiz aleyhisselâm’ın hayatından tevazu örnekleriyle bu sayımızı renklendirmeye çalışacağız, inşâllâh. Yardım ve başarı Allâh Subhânehu ve Teâlâ’dandır.
Mekke Süreci
İslâm davasının en sancılı süreci Mekke devridir. Allâh Rasûlü aleyhisselâm yirmi üç yıllık Risâlet hayatının on üç yılını Mekke’de geçirmiştir. Ve bu süreçte kademeli düzelme değil, günden güne zorluk yaşanmıştır. Bu sürecin son zamanları, boykot dönemlerine rastlayan yıllar ve Allâh Rasûlü’nün Taif çıkışını gerçekleştirdiği zamanlardı. O zamanı doğru okur ve anlarsak, görüyoruz ki; önce Allâh Rasûlü Mekke toplumundan tecrîd edilmek istendi sonra da hayatı elinden alınmak istendi. Bu zirveye ulaşan sıkıntı, hicrete kapı araladı. Ancak süreç o kadar kolay değildi.
Şöyle ki;
a) Toplumdan tecrîd edilmesi: Nebî aleyhisselâm, Mekke’de amcası Ebu Talib’in himayesindeydi ve Mekke’nin doğal haklarından yararlanabiliyordu. Kendisinin Mekkeli olarak Kureyş kimlikli olması -en azından yabancı olmadığı için- onların arasında bir itibar sebebi olabiliyordu. Ancak boykot döneminde Allâh Rasûlü’nün hâmisi/koruyucusu Ebu Talib vefat edince, Kureyş onun kimliğini iptal etmek ve böylece itibarını düşürmek için bir fırsat elde etmişti.
Ebu Talib’in vefatından sonra, Haşimoğulları’nın yeni kabile reisi Ebu Leheb olmuştu. O, Allâh Rasûlü’nün soy bakımından en yakını olmasına rağmen, inanç bakımından da en uzağı ve düşmanıydı. Ebu Leheb’in başkanlığa gelir gelmez, yaptığı ilk icraat; Haşimoğulları adına Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’i illegal ilan etmek ve başına gelebilecek herhangi bir olay halinde, artık savunmasının yapılmayacağını söylemek olmuştur. Böylece, Allâh Rasûlü’nün Mekke’deki doğal hakları elinden alınmış ve kendi vatanında bir yabancı gibi emniyetsiz bırakılmıştı.
Malum olduğu üzere Allâh Rasûlü aleyhisselâm, yeni bir hâmi/korucu bulabilmek için Taif’e gitmeyi düşünmüştür. Çünkü orayla da akrabalık bağları vardı ve Taif halkının İslâm’ı duymasıyla kabul edeceğini umut ediyordu. Amacı şahsını korumak değil, dînini anlatabilmek için bir devlet gücü bulmak ve davasını meşrulaştırmaktı. Fakat hiçbir şey umduğu gibi olamamış ve Mekke’de gördüğü şiddetin bir benzerini Taif halkından görmüştü. Bunun üzerine Allâh Rasûlü Mekke’ye geri dönmek istemişti ancak oradaki yeni problemiyle karşı karşıya kalmıştı, çünkü artık Mekkeli sayılmıyordu. Yani bugünkü tabirle; vatandaşlığı iptal edilmişti.
Artık Mekke vatandaşı sayılmayan Allâh Râsûlü tıpkı bir yabancı gibi kendi topraklarına girebilmek için, birisinin himayesine ihtiyaç duyuyordu. Henüz Mekke’ye girmeden önce üç kişiye haber göndererek kendisini himaye etmelerini istemiş, yani tabiri caizse seyahat izni dediğimiz vize talebinde bulunmuştur. Himaye taleb ettiği kişiler şunlardı; Ahnes bin Şerik, Süheyl bin Amr ve Mutim bin Adiy. Bu üç isim arasından Allâh Rasûlü’nü Mutim bin Adiy himaye etmiş ve oğullarıyla silahlarını kuşanıp, Muhammed aleyhisselâm’ı Mekke’ye sokup himayesini ilan etmişti. Böylece Allâh Rasûlü bir süre daha Mekke’de kalabilecek ve ne yapabileceğini düşünebilecekti. Çünkü hiçbir şey hâlâ düzelmiş değildi ve dînine sahib çıkacak bir topluluğa ihtiyaç duyuyordu. Bu olay Allâh Rasûlü’nün anlattığı üzere, ömrü boyunca onu en çok üzen olay olmuştur.
b) Hayatına kastedilmesi: Taif olaylarının sonrasında, Allâh Rasûlü yeni bir harekete geçmişti. Farklı yerden ticaret için gelen bir sürü insanların bulunduğu panayırları geziyordu. Uygun gördüğü herkese dînini anlatıyor ve onlardan himaye taleb ediyordu. Kimisi reddediyor kimisi ise şartlar öne sürerek menfaat edinmek istiyordu. Allâh Rasûlü Rabbine tevekkül ile doğru kişileri bulacağından ümit kesmeksizin yoluna devam ediyordu. Ve sonunda Yesrib’ten (Medine’nin eski adı) bir grup insanlarla karşılaştı. Onlara davette bulundu ve Yesribliler sadece cennet karşılığında bunu kabul ettiler. Detaylar malum olduğu için buraya girmeden sadece Mekke’deki durumlara dönüyoruz.
Mekke, hâlâ gurur ve kibriyle ayakta durmaya çalışsa da günden güne kan kaybettiğini görüyordu. Çünkü Kureyş içerisinden birçok kişi îmân etmiş ve samimiyetlerinin ispatı olarak Habeşistan’a hicret emişlerdi. Şimdi de Yesrib’e yani geleceğin Medine’sine hicret ediyorlardı. Üstelik bunların çoğu Kureyş tağutlarının; ya kendi evladı ya da bir akrabasıydı. Bu onlar için bir tehditti. Gelecekleri için müthiş bir endişe taşıyorlardı.
Sonunda o necis kararı alıp Allâh Rasûlü’nden tamamen kurtulmaya karar verdiler. Bunun için şeytanî bir suikast planlayıp bu işi kökünden halledeceklerdi. Planlarına göre Kureyş kabilelerinin her birinden bir genç ortak bir darbe vurup Allâh Rasûlünü katledeceklerdi. Böylece Haşimoğulları intikam duygusuna kapılamayacak ve en fazla diyete razı olacaklardı. Bu sadece bir tedbir içindi. Çünkü Ebu Leheb zaten Muhammed aleyhisselâm adına hiçbir hak aramayacağını ilan etmişti. Ancak, hamasî duygularının depreşip intikam peşine düşmemeleri için bu hain plan düşünülmüştü. Bu planın mimarı cehennem yakıtı olan Ebu Cehil’dir, Allâh’ın azabı onun üzerine olsun.
Mekke’den Çıkış
Bahsedilen olayların neticesinde, kuluna yardım eden Allâh Azze ve Celle Muhammed aleyhisselâm’a hicret için izin vermiş, o da Medine’ye hicret için yola çıkmıştı. Bu yolculukta onun ebed müddet dostu olan Ebu Bekir radiyallâhu anhu arkadaşlık için seçilmişti. Rasûlullâh aleyhisselâm’ın hicret yolculuğunda çok akıllıca hareket ettiğini ve kendisini katletmek isteyen düşmanlarına karşı gafil davranmadığını görüyoruz.
Bu çıkışı için öncelikle insanların dinlendiği vakti tercih etmişti. Ayrıca Medîne, Mekke’nin kuzeyinde kalmasına rağmen, o -aleyhisselâm- güneye doğru hareket etmişti. İnsanları yanıltarak zaman kazanmak istiyordu. Güneyde bulunan Sevr Mağarasında birkaç gün Mekke’nin durumlarını gözlemleyen Allâh Rasûlü, Mekke’nin batısına yani Cidde’ye gitmiş ve sahil yolundan kuzeye doğru giderek Medine’ye hareket etmişti. Normal şartlarda Mekke’nin kuzeyinden direk Medine’ye giden bir yol vardı. Ancak o -aleyhisselâm- söylediğimiz yolu takip ederek önlem almıştı. Ayrıca Mekkelilerin kullandığı normal güzergâhın zıttına hareket ederek adeta sekiz çiziyordu. Böylece Mekke’nin kervanlarından da sakınabilecek veya yolculukta hiçbir kimsenin dikkatini çekmeyecekti. Bu yolcuğunda Allâh Rasûlü’ne o zamanlar müşrik olan Abdullâh ibn Ureykıt yol rehberliği yapmıştı. İbn Ureykıt’ın sonradan Müslüman olduğu rivayet edilir.
Kavminin hainliği üzere hicrete çıkan Rasûlullâh aleyhisselâm yolda yine birçok badireler atlatarak nihayet Medine’ye varmış ve ashâbıyla kavuşmuştur. Sonra Medîne’yi bir İslâm Devleti’ne döndürerek, geri kalan on yıllık ömrünü böylece hizmete vermişti. Onun en büyük hayallerinden birisi ise kendi toprakları olan Mekke’yi fethetmek ve orayı putlardan ve tağutlardan temizlemekti. Rabbimiz elbette ona istediğini vermeye kâdir olandır.
Mekke Fethi
Hicretin 8. yılında, fethin sebeblerini oluşturan olayların yaşanması üzerine Allâh Rasûlü 10.000 kişilik orduyla Medine’den yola çıktı. Bu çıkışı Mekke’nin fethi içindi ancak o bunu gizli tutuyordu. Hikmeti ise Kureyşlileri gafil yakalamak ve onların savaş hazırlığına kalkışmasını önlemekti. Böylece fetih kolaylaşacak ve aslında kan da dökülmeyecekti. Çünkü onun derdi o gün Mekke’yi öldürmek değil, ihya etmekti. Bu nedenle karşısına çıkan kimseyle savaşılmamasını istemişti. Tabii ki direnç gösterenlere karşı bu durum istisna oldu.
O günün Kureyş lideri Ebu Sufyan bin Harb, bu haberi alır almaz Allâh Resul’üyle görüşüp fethi durdurmak istediyse de başaramadı. Ebu Sufyan’ı bu yenilgiye kabul ettiren birçok durumlar olmuştu. Allâh Rasûlü ordusunun sayısını olduğundan on katı daha çok gösterebilmek için, her bir askerine bir ateş yaktırarak ordusunu iyice kalabalık göstermişti. Bir ateşten en az on askerin faydalanacağını hesab eden Ebu Sufyan, ordunun mevcut sayısından on katı fazla olduğunu zannetmişti. O nedenle ona karşı koyamayacağını anlayarak barış sağlamak istedi ancak Allâh Rasûlü kararlılıkla Mekke’ye girmeyi sürdürecekti. Yıllar önce terk ettiği vatanını zalimlerin elinden geri alacaktı. Çünkü oranın gerçek hak sahibi Muhammed aleyhisselâmdı. Orası, ilk atası Adem’den -aleyhisselâm- İbrahim aleyhisselâm’a, ondan Muhammed aleyhisselâm’a miras olmuştur. Çünkü orası tevhidin beldesiydi ve müşriklerin eline kalamazdı.
Nihayet Allâh Rasûlü Ebu Sufyan’a ikram edip, onu ve dinleyenlere zarar gelmeyeceğini söylemişti. Ebu Sufyan’ın evinde olan himaye altında olacaktı, Mescid-i Haram’da bulunan himaye altında olacaktı ve kendi evine çekilen de himaye altında olacaktı. İşte Allâh Rasûlü bu haldeyken Mekke’ye girdi. Sadece Halid bin Velid’in bulunduğu ordu hariç, herkes çatışma yaşamadan Mekke’ye girmişti.
Allâh Rasûlü bu topraklara bir fatih edasıyla değil, mütevâzı bir kul edasıyla boynunu bükerek girmişti. Neredeyse başı atının boynuna değecekti. Çünkü bu topraklar neticede kibriya sahibi olan Allâh Azze ve Celle’nin topraklarıydı.
Fetihten bir süre sonra Allâh Rasûlü Mekke halkını toplayıp onların ne düşündüklerini dinledi. Her biri onun hayırla muamele edeceğini ümidediyordu. Sonunda Allâh Rasûlü yıllar içerisinde yaşadığı bütün acı ve sıkıntıları bir kenara koydu ve onlardan intikam almadı. Ancak Yusuf aleyhisselâm’ın kardeşlerine yaptığı muameleyi yaptı ve: “Entumu’l-Tülekâ” buyurdu. Yani; “Siz serbest bırakılanlarsınız” buyurarak onlara tevazu gösterdi. Onun kul Nebî olması intikam duygularını söndürüyordu. O, insanların ateşten kurtulması için âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir peygamberdi. Ve ömrü boyunca da her zaman tevazuyla hareket etti. Böylece o beldelerden önce kalpleri fethedip kalplerin fatihi olmuştur. Salât ve selâm onun üzerine olsun.
Son
Bu yazımızda, Allâh Rasûlü’nün hayatından konumuzla ilgili kısmî yerlere değinerek hem bilgi vermeyi hem de onun tevazusunu anlatmayı murat ettik. Yazımızı kısa ve öz tutarak gerekli çıkarımları siz değerli okurların tefekkürlerine bırakıyoruz. İzzet ve başarı Allâh Subhânehu ve Teâlâ’dandır. Kibir O’nun ridasıdır. O, kibri edinmek isteyeni düşman edinmektedir. Rabbimize layık olduğu gibi hamd ediyor ve sizleri Allâh’a emanet ediyorum.
Minhâc Dergisi 14. Sayı | Temmuz 2025 | Enes Lütfü
Bir Cevap Yaz