Âlemlerin Rabbine hamd, O’nun ahlâkı azîm Nebî’sine, güzide âline ve ashabına da salât ve selâm olsun. Rabbimizin izni ve ismiyle sözlerimize başlıyoruz. Değerli okurlarımız! İkram sahibi Rabbimizin izniyle dergimizin 13. sayısında yine sizlerle birlikteyiz. Silsile hâlinde ahlâkî kavramları tanıtmaya başlamıştık. Bu yazımızda da istikâmet, îsâr ve teennî kavramlarıyla serimize devam ediyoruz. Rabbimiz bize ve bizden sonrasına, okuyana ve yaşayana hayırlı ve faydalı eylesin. Allâhumme âmin.
Gayret bizden, tevfîk en-Nasîr olan Rabbimizdendir.
(21) İstikâmet:
İstikâmet, isyan içerikli şeylerden kaçınarak doğru yola girmek, doğru yolda itaat üzere durmak, hakta sebat ederek bâtıla meyletmemektir. İstikâmet; dosdoğru, mutedil ve mustakîm olmayı ifâde eder, eğrinin zıttıdır. İstikâmet, hayâtın içerisinde birçok yerde karşımıza çıkar. Her birinde istikâmeti korumak gereklidir. İstikâmet ehli, sebat ehlidir. Ancak sebat ehli olanlar, dünyevî ve uhrevî başarıyı elde edebilirler. İnsânlığın öncü şahsiyetleri olan peygamberler sebat ve istikâmet ehlidirler. Onlar başlarına her ne geliyorlarsa gelsin hak yoldan ayrılmamışlar ve istikâmet kahramanları olmuşlardır. Kitâbımıza baktığımızda Rabbimiz, Nebîmiz aleyhisselâm’a hitaben; “Emrolulunduğun gibi dosdoğru istikâmet üzere ol.” [Hûd: 11/112] buyurmuştur. Sırâtı müstakimin imâmı olan Nebîmiz aleyhisselâm da dosdoğru istikâmeti üzere olarak, ümmetine önderlik yapmıştır.
Günlerden bir gün sahâbeden biri; “Yâ Rasûlallah! Bana İslâm’ı öylesine tanıt ki, onu bir daha Senden başkasına sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim.” dediğinde Nebîmiz aleyhisselâm ona; “Allâh’a îmân ettim de ve dosdoğru ol.” [Müslim] diyerek nasihat etmiştir. Hâli ile dosdoğru olan Nebî, kâli ile de dosdoğru olmayı öğütlemiştir. Özellikle belirtelim ki; Nebîmiz aleyhisselâm’ın her sözü kitâb olacak niteliktedir. Zikredilen bu hadis de öyledir. Allâh’a îmân eden her bir mü’min istikâmet üzere dosdoğru olmak zorundadır. Dosdoğru olmak ve dosdoğru ölmek bir mü’min için bir hedef ve bir ülküdür.
Nebîmiz aleyhisselâm, Allâh yolunda kınayıcının kınamasına aldırmadan görevini layıkıyla yapmış ve sahâbesi de O’nun yolunda dînden taviz vermeden istikâmet üzere olmuşlardır. Onlar, îmân kahramanları olarak başlarına imtihanlar geldiğinde Allâh’a sığınıp güvenmişler ve gerektiğinde canlarından geçmişlerdir.
Tam burada sahâbeden Abdullâh bin Huzafe radıyallâhu anhu’nun kıssasına değinelim. Abdullâh bin Huzâfe radıyallâhu anhu, Ömer radıyallâhu anhu devrinde Bizanslılarla yapılan muharebede birçok Müslüman ile birlikte esir düşmüştü. Abdullâh bin Huzâfe’nin, sahâbenin ileri gelenlerinden biri olduğunu öğrenen kral, onun Hristiyanlığı kabul etmesini istiyordu. Fakat Abdullâh bin Huzâfe, kelime-i şehadeti haykırmaya devam ediyordu. Kral ümidini kesmiyor, Abdullâh’ın Hristiyan olması hâlinde kavuşacağı dünyalıkları artırıyor, yeni tekliflerde bulunuyordu. En sonunda; “Hristiyan olmayı kabul edersen kızımı verir, seni saltanatıma ortak ederim.” deyince Abdullâh radıyallâhu anhu şu cevabı verdi: “Değil bütün Bizans topraklarını, Arap ve Acem topraklarını da versen, bir an olsun dinimden dönmem!” Kral: “Öyleyse öldürüleceksiniz!” dedi. Abdullâh radıyallâhu anhu ise: “Buna gücünüz yetebilir. Ama îmânımı kalbimden çıkarıp atamazsınız!” dedi.
Sonra Abdullâh radıyallâhu anhu’yu çarmıha gerdiler ve korkutmak için ok yağdırdılar. Aynı zamanda bir kazan su kaynattılar ve Hristiyan olmayı reddetmiş olan bir Müslüman’ı kaynar suya attılar. Etrafta bulunanlar ile Abdullâh radıyallâhu anhu yanan kemik cızırtılarını duydular. Sonra kazanın yanına Abdullâh radıyallâhu anhu getirildi. Bu esnada Abdullâh radıyallâhu anhu ağlamaya başladı. Kral, Abdullâh radıyallâhu anhu’nun korkusundan ağladığını zannederek tekrar Hristiyan olmasını teklif etti. Abdullâh radıyallâhu anhu yine tekliflerini reddetti. Kral; “O hâlde niçin ağlıyorsun?” diye sordu. Abdullâh radıyallâhu anhu’nun cevabı şu oldu: “Ben korkumdan ağlamış değilim. Biz Müslümanlar, Allâh yolunda ölümden korkmayız. Benim ağlamamın sebebi şudur ki; “Başımdaki saçlarım adedince canlarım bulunsa da, onlardan her biri böyle Allâh yolunda ölüme gitse!” diye düşündüm ve böyle bir düşünce beni ağlamaya sevk etti.”
Abdullâh radıyallâhu anhu’nun bu sözleri karşısında kral yeni bir teklifte bulundu ve dedi ki; “Başımdan öpersen, seni serbest bırakacağım.” Abdullâh radıyallâhu anhu buna mukabil buyurdu ki: “Buradaki bütün Müslüman esirleri serbest bıraktığın takdirde dediğini yaparım.” Abdullâh radıyallâhu anhu kralın başını öpmeye giderken şöyle düşünüyordu: “Bu adamın, Allâh’ın düşmanlarından birisi olduğuna inanıyorum. Bunun başını ise, ancak Müslüman kardeşlerimi serbest bırakacağı için öpüyorum.” Abdullâh radıyallâhu anhu kralın başını öptü ve o da sözünde durarak 80 Müslüman esiri serbest bıraktı.
Abdullâh bin Huzâfe radıyallâhu anhu’nun îmânından gelen fedakârlığı 80 Müslüman’ın kurtarılmasına vesile oldu. Esirlerle birlikte Medine’ye dönen Abdullâh radıyallâhu anhu, Ömer radıyallâhu anhu tarafından karşılandı. Ömer radıyallâhu anhu, Abdullâh radıyallâhu anhu’yu tebrik etti ve orada bulunan Müslümanlara hitaben: “Abdullâh, kralın başından öperek 80 Müslüman kardeşimizin kurtuluşuna vesile olmuştur. Onun için, Abdullâh’ın başından öpmek, her Müslüman’a bir vazifedir. İşte ilk önce ben öpüyorum!” dedi ve başından öptü. [Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, 1/23] Allâh’u Teâlâ, kendisinden razı olsun.
Tevhîdde ve îmânda istikâmet istikâmetlerin en büyüğü iken bu değerli sahâbi bunun en güzel örnekliğini sunmuştur. Müslüman bir kul da Rabbine kavuşuncaya kadar dînî ve dünyevî işlerinde istikâmet üzere olmalıdır. Bazen bazı durumlarda bazı hatalar işlese de yine Rabbimize yönelerek istikâmet yoluna dönmelidir. Bâtılda ısrar etmeyen bir Müslüman hakta direnmeyi öğrenmelidir.
Rabbimiz; “Allâh’ın rızası en büyüktür.” [Tevbe: 9/72] buyurmuştur. O’nun rızasına götüren şeyler küçük olamaz; mademki büyük olana ulaştırıyor öyleyse onlar da büyüktür. Mademki istikâmet, bizi Rabbimizin rızasını götürüyor, öyleyse istikâmet de büyüktür. Hatta ulemamızın ifadeleriyle istikâmet keramettir. Keramet ise, Rabbimizin kuluna olan büyük bir ikramı, azîm bir nimetidir. Öyle ki istikâmet nimeti, geçici dünyevî nimetlerle ölçülemez. Dünyâda en değerli görülen şeyler, îmân ve hidâyet nimetiyle kıyaslansalar, değersiz birer çakıl taşlarına dönerler.
İstikâmet, dareynde izzetin ve heybetin vesilesi; bereketlere ermenin ve saâdete kavuşmanın yoludur. İstikâmet ehlini Rabbimiz sever ve sevdiklerine de hususî rahmet eder. Mustakîm bir mü’min; “Mü’minlere karşı rahimdir.” [Ahzâb: 33/43] hitâbına nâil olur. İstikâmet, cennetin yoludur. İstikâmet ehli, Allâh’ın rahmetiyle ölümle birlikte önünde bulduklarından korkmayacak ve arkasında bıraktıklarından da hüzne kapılmayacaktır. Zira Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz; ‘Rabbimiz Allâh’dır’ deyip, sonra da dosdoğru bir istikâmet tutturanlar var ya onların üzerine melekler (ölümleri anında) iner (ve derler ki:) Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size va’dolunan cennetle sevinin!” [Fussilet: 41/30] “Şüphesiz: ‘Rabbimiz Allâh’dır’ deyip, sonra da dosdoğru bir istikâmet tutturanlar var ya artık onlar için korku yoktur ve onlar üzülmeyecekler de.” [Ahkâf: 46/13]
(22) Îsâr:
Îsâr, kendi ihtiyacı olmasına rağmen başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarına tercih etmektir. Îsâr, peygamberlerin ve takvaya ermiş mü’minlerin vasfıdır. Rabbimiz, Kur’ân’ı Kerîm’de bu vasfın sahiplerini şöyle bildirmektedir: “Kendileri son derece ihtiyaç içinde olsalar bile, onları kendilerine tercih ederler.” [Haşr: 59/9] Nebîmiz aleyhisselâm da bu hâli kendi hayâtında yaşayan örnek bir şahsiyetti. Aişe validemiz, Nebîmiz aleyhisselâm’ın üç gün arka arkaya doymadığından bahseder ve isteselerdi doyabileceklerini fakat başkalarını kendi nefislerine tercih ettiklerini ifade eder.Nebîmiz aleyhisselâm, asla kendini düşünen, ümmetini ise düşünmeyen birisi olmamıştır. O’nu anlamayanların, O’nun gibi yaşamaları düşünülemez. Bu enâniyet ve bencillik çağında, tek tek insânların değil, insî ve cinnî ile tüm kulların O’nu anlamaya ne çok ihtiyacı var.
Nebîmiz aleyhisselâm, her bakımdan ümmetine örnek olduğu gibi; paylaşma ahlakında da ümmetine örnek olmuş ve şöyle buyurmuştur; “İki kişinin yiyeceği üç kişiye, üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter.” [Buhârî] Bir şahıs Nebîmiz aleyhisselâm’ın yanına gelerek; “Ey Allâh’ın Rasûlü, ben açım!” dedi. Nebîmiz aleyhisselâm, hanımlarından birine haber salarak yiyecek bir şeyler göndermesini istedi. Fakat mü’minlerin annesi; “Seni peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki, evde sudan başka bir şey yok.”diye haber gönderdi. Diğer hanımlarının da aynı durumda olması üzerine Nebîmiz aleyhisselâm ashâbına dönerek; “Bu gece bu şahsı kim misâfir etmek ister?” diye sordu. Ensâr’dan biri; “Ben misâfir ederim, yâ Rasûlallâh!” diyerek o yoksulu alıp evine götürdü. Eve varınca hanımına; “Evde yiyecek bir şey var mı?” deyince, hanımı; “Hayır, sâdece çocuklarımın yiyeceği kadar bir şey var.” dedi. Sahâbî; “Öyleyse çocukları oyala. Sofraya gelmek isterlerse onları uyut. Misâfir içeri girince de lambayı söndür. Biz de sofrada yiyormuş gibi yapalım.” dedi. Sofraya oturdular. Misâfir karnını doyurdu; onlar da aç yattılar. Sabahleyin o sahâbî, Nebîmiz aleyhisselâm’ın yanına gitti. Onu gören Nebîmiz aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Allâh Teâlâ, bu gece misâfirinize yaptıklarınızdan ziyâdesiyle memnun oldu.” [Buhârî, Müslim]
Nebîmiz aleyhisselâm, paylaşanları ve mü’min kardeşini kendisine tercih edenleri takdir eder ve onları severdi. Bunu ifâde eden bir hadis-i şerifleri şöyledir; “Eş’arî kabîlesinden olanlar, gazâda azıkları tükenmeye yüz tuttuğu veya Medine’de âilelerinin yiyeceği azaldığı zaman, yanlarında ne varsa getirip bir yaygıya dökerler. Sonra bunu bir kapla aralarında eşit olarak paylaşırlar. İşte bu sebeple Eş’arîler bendendir, ben de onlardanım.” [Buhârî, Müslim] “Resûlullâh kendisinden bir şey istendiğinde asla ‘hayır’ demezdi.” [Müslim] Yine günün birinde bir kadın dokuduğu hırkayı Nebîmiz aleyhisselâm’â getirip verdi; “Bunu giyesin diye kendi ellerimle dokudum.” dedi. Böyle bir elbiseye ihtiyacı olan Nebîmiz aleyhisselâm, onu aldı ve giyinip yanımıza geldi. Bunu gören bir kimse Nebîmiz aleyhisselâm’a; “Ne kadar da güzelmiş! Bunu ver de ben giyeyim.” dedi. Nebîmiz aleyhisselâm; “Peki” dedi. Orada biraz oturduktan sonra evine döndü. Kumaşı katlayıp adama gönderdi. Ashâb-ı kirâm o sahâbîye; “Hiç de iyi yapmadın. Peygamber ihtiyacı olduğu için onu giymişti. Üstelik sen Nebîmiz aleyhisselâm’ın kendisinden bir şey isteyeni geri çevirmediğini bile bile istedin.” dediler. O şahıs; “Vallâhi ben onu giymek için değil, kendime kefen yapmak için istedim.” dedi. Daha sonra o kumaş bu zâtın kefeni oldu.” [Buhârî]
Nebîmiz aleyhisselâm’ı rehber edinen ashâb-ı kirâmın hayatında böyle nice îsâr örnekleri vardır. Nitekim Allâh’u Teâlâ onları; “Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esîre yedirirler. “Biz sizi Allâh rızası için doyuruyoruz, sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimiz’den korkarız.” (derler). İşte bu yüzden Allâh onları o günün fenâlığından korur; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sürûr verir.” [İnsân: 76/8-11] şeklinde methetmiş ve müjdelemiştir.
Evet, Rabbimizin razı olduğu ve Rabbimizden razı olan nesil olan Ashâb-ı kirâm, hiç şüphesiz ki müjdelenen bir nesildir. Onlar ki Allâh yolunda her türlü eziyete ve zorluğa katlanmışlar, yeri gelmiş aç kalmış, yeri gelmiş susuz can vermişlerdir. Yermük Savaşında yaralı vaziyette yerde kıvranan ve susuzluktan kavrulan Hâris bin Hişâm, İkrime bin Ebî Cehl, Iyâş bin Ebî Rebîa’nın (Allâh hepsinden razı olsun) kendilerine verilen suyu, tam içmek üzere iken birbirlerine gönderişleri, nihâyetinde üçünün de bir damla su içemeden Rabbimize kavuşmaları, ne müthiş bir diğergâmlık örneğidir. (Hâkim: 3/270) İnsânlık târihi, böyle bir îsârı bugüne kadar görmemiş, belki de bundan sonra da göremeyecektir.
Sözün özü; Müslümanlar, kendileri için istedikleri güzel şeyleri başkaları içinde istemelidirler. Nebîmiz aleyhisselâm: “Sizden biriniz kendisi için istediğini mü’min kardeşi için de istemedikçe îmân etmiş olmaz.” [Tirmizî] buyurmuştur. Îsâr ile kendini başkalarına bile tercih edebilir mal ile îsâr olduğu gibi can ile de îsâr olur. Şöyle ki bir Müslüman bir başkasının rahatı ve huzuru için kendi rahatını ve huzurunu vermesi hatta hayâtını feda etmesi can ile yapılan îsârdır. Allâh’ın kelimesi en yüce olsun diye canlarını Allâh’a satan şehidler, ümmeti yaşatarak canla îsâr örneği gösterenlerdir.
Îsâr, bazılarının düşündüğü gibi bir çeşit “akılsızlık” hali değildir. Materyalist düşünceliler bu kavramı anlayamayabilirler. Zira bazı kavramları ancak îmân ehli idrak edebilir ve yaşayabilir. Hakkı görebilmek ve hakka teslim olmak Rabbimizin mü’min kullarına olan büyük bir lütfudur. Îsârın zıttı ise bencillik ve enâniyettir. Bencillik ve enâniyet ise yerilmiştir. Yerilen özellikler ise sahibini dünyâda ve ahirette hüsrana sürükler. Kendilerini akıllı gören niceleri bencillikleri ve enâniyetleri ile helak olmuşlar ve olmaktadırlar.
Muvahhîd bir mü’min, takva sahipleri için kılavuz olan kitabın önderliğinde yaşamaya gayret etmeli ve muttaki bir mü’min olarak can vermeyi hedeflemelidir. Bir Müslüman, kendini güzel vasıflarla donattıkça Allâh’ın rızasına erer, Rabbimiz ondan razı olur. Rabbimiz, bir kuldan razı olduğunda ise diğer kulları da ondan razı eder. Nebîmiz aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: “Allâh’u Teâlâ bir kulu sevdiği zaman Cebrâîl’e: “Ben, filanı seviyorum, sen de onu sev!” diye emreder. Cebrâîl onu sever ve sonra gök halkına; “Allâh filanı seviyor, siz de onu seviniz.” diye seslenir. Gök halkı da o kimseyi sever, sonra yeryüzündekilerin kalbinde o kimseye karşı bir sevgi uyanır. Allâh’u Teâlâ bir kula buğz ettiği zaman, Cebrâîl’e; “Ben, filanı sevmiyorum, sen de onu sevme!” diye emreder. Cebrâîl de onu sevmez. Sonra Cebrâîl gök halkına; “Allâh filan kişiyi sevmiyor, siz de onu sevmeyin.” der. Göktekiler de o kimseyi sevmezler. Sonra da yeryüzündekilerde o kimseye karşı bir kin ve nefret uyanır.” [Müslim]
(23) Teennî:
Teennî, acele etmemek, yaptığı işi araştırarak, temkinli, ihtiyat üzere akıllı ve ağırbaşlı yapmaktır. Müslüman, teennî ile hareket etmelidir; zira teennî ile hareket etmek övülmüş olup, enbiyânın vasıflarındandır. Nebîmiz aleyhisselâm, konuyla alakalı olarak şöyle buyurmuştur: “Teennî, Allâh’tandır, acele ise şeytândandır.” [Tirmizî] İmâm Gazâlî, şeytânın kalbe nüfuz etme yollarını beyan ederken zikredilen bu hadisi ve acelecilikle ilgili bazı âyetleri verip, bu yollardan birinin de davranışlarda acelecilik ve sebatsızlık olduğunu dile getirir. [İḥyâ: 3/33]
Teennî, Rahmânî bir vasıftır. Rahmân’ın has kullarına bir ikramdır. Bir kıssada biz bunu şöyle görmekteyiz. Nebîmiz aleyhisselâm ile görüşmek üzere Mekke’den Medine’ye gelen bir grup insân doğrudan onun yanına gittiler. Lakin Eşec lakaplı bir sahâbî arkadaşlarından ayrılarak temizlendi ve güzel bir elbise giydikten sonra Resûlullah’ın huzuruna çıktı. Onun bu davranışını çok beğenen Nebîmiz aleyhisselâm ona hitaben; “Sende Allâh’ın sevdiği iki güzel haslet vardır; bunlardan biri hilim, diğeri teennîdir.” buyurmuştur. [Müslim]
Hadislerde de görüldüğü gibi tedbirli hareket etmek, işlerde teennîyi gözetmek, Rabbimizin sevdiği bir vasıftır. Çoğu yerde düşünmeden aceleci davranmaksa doğruları görmenin önünde bir engeldir. Bundan dolayıdır ki insânın en büyük düşmanı olan şeytân, insânı aceleciliğe sürükleyerek onun yanlışlar yapmasını ister. Aceleci olanlar, çok yanılır ve çok yanıltırlar. Gâfiller, mazeretlerinin en başına bazen aceleci bazen de tembel olduklarını koyarlar. Acele ettiklerinden dolayı doğru olanı göremediklerini ve dolayısıyla yapamadıklarını da eklerler. Lânet üzerine olsun şeytân ve onun dostları insânları hayırdan alıkoymak için türlü oyunlar tertiplerler. Şerde acelecilik, hayırda tembellik onlardandır. Bunun yanı sıra acele edilecek yerlerde vardır. Tesvîf eden helak olur. Tesvîf, hayırlı iş yapmayı sonraya bırakıp, geciktirmektir.
Müslüman bir kişi ahireti kazandıracak işlerde acele etmelidir. Nebîmiz aleyhisselâm: “Ahiret amelleri hariç hiç bir amelde acele yoktur.” [Ebû Dâvûd] “Ölmeden önce tevbe edin. Hayırlı işleri yapmaya mâni çıkmadan önce acele edin. Allâh’u Teâlâ’yı çok hatırlayın. Zekât ve sadaka vermekte acele edin. Böylece Rabbinizin rızklarına ve yardımına kavuşun.” [İbn Mâce] buyurmuştur. Bir Müslüman, namazları başta olmak üzere tüm ibâdetlerini gevşek davranmadan vaktinde yerine getirmelidir. İbâdetlerin edasında acele etmek övülmüş hallerdendir. Şayet herhangi bir sebepten bir günah işlenilmişse tehir edilmeden hemen tevbe ve istiğfar ile el-Afûvv olan Rabbimizden af taleb edilmelidir. Yine vefat eden bir Müslüman’ın cenazesini kaldırmada acele edilmesi gerekir. “İçinizden biri öldüğünde onu bekletmeyin, hızlıca kabrine götürün.” [Taberânî] Ayrıca uygun nasipleri çıkan kişilerin de bekletilmeyip evlendirilmesinde dînimizde gözetmiştir. Bir hadiste şöyle geçmektedir: “Dînini, ahlâkını beğendiğiniz bir kimse, kızınıza talip olursa, hemen evlendirin! Eğer evlendirmezseniz, fitne ve fesada sebep olursunuz.” [Tirmizî] Müslüman bir kişinin teennî ve zıttı olan aceleciliği iyi bir şekilde öğrenmesi gerekir ki; nerede ve nasıl hareket edebileceğini bilsin. Hayırlı amellerde acele ederek hayra ersin, şer olan şeyleri de düşünsün, tedbir alsın ve teennî sahibi olsun.
Duâmız:
Ey Rabbimiz! Bizleri istikâmet ehli kıl. Ayaklarımızı ve gönüllerimizi dînin üzere sabitle. Gönlümüzü de safımızı da rızanın olduğu yerde daim ve kaim eyle. Ehli îmâna karşı şefkatli ve merhametli olmayı, kendimiz gibi onları da düşünebilmeyi bize lütfet. Bizleri hayırlara yönelt, hayırları işlemeyi bizlere kolay eyle. Bizleri şerden ve şerlilerden koru. Hayırlarla aramızdaki engelleri kaldır, şerlerle aramıza engeller koy. Hayırları koştura koştura şevk ile bizlere işlettir. Şer olan işlerden bizleri el çektir. Hayrı ve şerri bilip tefrik eden, büyük küçük gafletten korunanlar arasına bizleri de dâhil eyle. Şerlerde aceleci olmaktan, hayırlarda geri kalmaktan Sana sığınırız; razı olduğunu önce gönlümüze, sonra hayatımıza nakşeyle, Yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ Mü’min. Allâhumme âmîn.
Minhâc Dergisi 13. Sayı | Nisan 2025 | Hakan Emin
Bir Cevap Yaz