Giriş
Rahmân ve rahîm olan Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın ismiyle…
Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya mahsustur. Yalnız O’ndan yardım ister ve yalnız O’na ibâdet ederiz. Salât ve selâm, Usve-i hasene olarak gönderilen Muhammed Mustafa’nın, âlinin ve ashâbının üzerinde olsun. Nebî’nin ve ashâbının izinden giden tüm Müslüman kardeşlerime de selâm ederim.
Değerli okurlar! Minhâc Dergisi olarak ümmetin birliğine ve dirliğine önem veriyor ve bu alanda elimizden gelen gayreti sarf etmek istiyoruz. Ümmet-i Muhammed için; vahdeti sağlayan ülfet toplumuna katkıda bulunmak istiyoruz. Bilindiği üzere ülfet, kalplerin birbirlerine sımsıkısı bağlanması, bağların kalbten kalbe ulaşmasıdır.
Bizler de, ülfet konusunu ele alan kıymetli dergimizin bu yazısında; Müslüman’ın Müslümanlar üzerindeki hakları konusunu ele alan bir hadîs-i şerifi aktaracağız ve ülfetin inşası için bu konuyu değerlendireceğiz. Ancak öncesinde güzel ahlâkın önemine değinerek ülfetin zeminini oluşturacağız. Rabbimizden niyazımız, ümmetin arasındaki tüm tefrikaları kaldırması ve ülfet toplumunu oluşturmasıdır.
“Ve (Allâh), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allâh onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir.” [Enfâl: 8/63]
Güzel Ahlâkın Önemi
Kıymetli mü’minler! Biliyorsunuz ki her şeyin bir temeli ve bir dayanağı vardır. Dayanaksız ve mesnedsiz olan hiçbir şey itibarı hak etmez. Bazı âyet-î kerîmelerde Allâh Azze ve Celle müşriklere: “Yoksa sizin Allâh’a karşı bir deliliniz mi var?” [Saffat: 37/156] buyurmaktadır. Yani Allâh’ın delil olarak indirmediği batıl şeylerimi ileri sürüyorsunuz? Öyleyse bu kabul edilemez. Yine başka âyet-i kerimede: “Yaşayan apaçık deliller üzere yaşasın helak olan da apaçık deliller üzere helak olsun” [Enfâl: 8/42] buyrulmaktadır. Öyleyse diyebiliriz ki, İslâm ahlâkı dînimizin her hükmünde olduğu gibi yine Kur’ân’a ve Sünnet’e dayanan nimettir.
Biz akidemizden fıkhımıza, ahlâkımızdan âdâbımıza kadar dînimizin her hükmünü Kur’ân ve Sünnetten alıyoruz. Böylece delil üzere yaşıyoruz ve bu da hak üzere olmaktır. Zira “Haktan başka sapıklıktan geriye ne kalır?” [Yunûs: 10/32] hiç bir şey kalmaz. O nedenle mü’minlerin dışındaki insanların hayatlarına bakmış olduğumuzda, hep bir sapkınlık ve dalalet vardır. Allâh bizleri korusun.
Allâh Rasûlü: “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” [Muvatta] buyuruyor. Güzel ahlâk olmazsa olmazlarımızdandır. Hükmü farz-ı ayndır. Çünkü aslı itibarıyla akidemizdeki hallerimiz de, amellerdeki hallerimiz de ahlâkımızla bağlantılıdır. Örneğin, güzel ahlâk kurallarının en başında ihlâs kavramı gelmektedir. İhlâs; samimi olmak ve her ameli Allâh Azze ve Celle için yapmaktır. Bunun bir akidevî yönü olduğu gibi, bir de amelî yönü vardır. Bir insan akidesinde ihlaslı değilse münafık olur. Çünkü tanım itibarıyla dedik ki; her ne yapıyorsan Allâh için yap! Öyleyse, Allâh’a îmân ediyorsa bir kişi, yine Allâh için îmân etmeli. Îmân etmediği halde herhangi bir sebepten dolayı Müslümanmış gibi gözükerek kullar için; Allâh’a îmân ettim! Diyorsa, o kişi akidesindeki ihlâsı bozmuş ve münafık olmuştur. Bu büyük küfürdür.
Ameller için de deriz ki; yine her ne amel ediyorsan Allâh için amel etmelisin. Yoksa kişi, Allâh Azze ve Celle dışında her ne ve kimse için amel ediyorsa, o Allâh katında kabul buyrulmaz ve yorulmaktan başa bir şey elde etmez. Bu, güzel ahlâkın önemine dair ufak bir açıklamamızdır.
Aynı açıklamaları, yine güzel ahlâk kuralı olan, ülfet kavramı için de düşünebiliriz. Çünkü şahıslar üzerine tevhîd ehli olmak farz olduğu gibi, içtimâî alanda da vahdet üzere olmak farzdır. Vahdet topluluğunu oluşturmak, ülfet kavramı gibi güzel ahlâka sahib olmakla mümkündür. Bizler öncelikle güzel ahlâkın önemini ele aldık ki durumun ehemmiyeti ortaya çıksın ve ülfet tesis edilsin. Şimdi; Müslüman’ın, Müslüman üzerindeki hakları konusunu ele alarak, ülfete değinelim.
Müslüman’ın Müslüman Üzerindeki Hakları
Müslüman’ın Müslüman üzerindeki hakları altıdır. Ebu Hureyre radiyallâhu anhu’dan nakledildiğine göre, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Müslüman’ın, Müslüman üzerindeki hakları altıdır. (Denildi ki, nedir onlar ey Allâh’ın Rasûlü?): Ona rastladığında selâm vermen, seni davet ettiğinde icabet etmen, senden nasihat istediğinde ona nasihat etmen, aksırıp da Allâh’a hamd ederse onu teşmit etmen, hastalanırsa onu ziyaret etmen ve öldüğünde cenazesine katılmadır.” [Müslim]
1) Onunla Karşılaştığında Selâm Vermen.
Selâm vermek; dînimiz İslâm’da çok büyük bir yere sahibtir. Aslında onun önemi namazımızda dahi yerini almış olmasıyla temayüz etmektedir. Çünkü selâm, selâmettir. Selâm cennet ehlinin sözleridir. Ve yine bakıyoruz ki Rabbimiz, selâmın cennet ehlinin kelâmı olduğunu buyurmaktadır:
“Adn cennetlerine girecekler, atalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden salih olanlarla birlikte olacaklar. Melekler de her kapıdan yanlarına girip şöyle diyecekler: ‘Sabrettiğiniz için size selâm olsun. Ahiret yurdu ne güzeldir!’” [Ra’d/23-24]
Allâh Rasûlü, dünya ehlinin birbirleri üzerindeki haklarından bir tanesinin de birleriyle karşılaştıklarında selâm vermek olduğu söylemektedir. Öyleyse anlaşılıyor ki; selâm vermekte büyük bir hikmet vardır. Selâm vermek, şu iki şeyi ihtiva etmektedir:
- a) Mesaj: Selâm vermek bir paroladır. Müslüman kardeşine kendisinden bir zararın gelmeyeceğini ifade etmektir.
- b) Dua: Selâm vermek Müslüman kardeşine selâmet ve kurtuluş dilemektir. Allâh Azze ve Celle’nin bir ismi de es-Selâm’dır. Yani selâmet veren kurtuluş veren demektir. Kişi Rabbinin adıyla kardeşine Allâh’tan bir kurtuluş dilemektedir.
Selâm vermenin hükmü hakkında güzide âlimlerimiz sünnet olduğunu söylemişlerdir. Verilen selâmı almanın ise farz-ı kifâye, yani toplum içerisinde bir kişinin almasıyla diğerlerinden hükmün düştüğü farzdır denmiş. Rabbimiz ise verilen selâm karşısında edinmemiz gereken ahlâka yönelik şöyle buyurmaktadır:
“Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha güzeliyle veya aynıyla selâmla karşılık verin. Şüphesiz Allâh, her şeyin hesabını gereği gibi yapandır.” [Nisâ: 4/86]
Yani, kardeşimizin verdiği selâmdan ötürü duyduğumuz hoşnutluğu ve güler yüzlülüğü göstermeliyiz. Böylece ülfet tohumları kalblere dökülsün ve vahdet toplumu selâmete kavuşsun. Selâm selâmettir.
2) Davet Ettiğinde Davetine İcabet Etmen
Okuduğumuz hadîs-i şeriften anlaşıldığı üzere, dîn kardeşi olan mü’minlerin birbirleri üzerindeki haklarından biri de; davet edildiklerinde o davete icabet etmeleridir. Fakihler, bu davete icabetin hükmü hakkında vaciptir denmişlerdir. Ancak vacib olan davetin velîme yani düğün yemeği olduğunu söyleyip diğer davetlere iştirak etmenin sünnet olduğunu kabul etmişler. Allâh doğrusunu bilir.
Burada aslı itibarıyla davet edilen kişinin yapması gerekenlerden bahsedeceğiz. Ancak, bu konuyu hem davet eden hem de davet edilen kişi üzerinden anlatmak gerekir. Davetlinin, o davete icabet edebilmesi için, dikkat edilmesi gereken hususlar vardır. Bunlar, daveti organize eden kişinin dikkat etmesi ve davetlinin de ona göre icabet edeceği hususlardır. Onlar şöyledir:
- a) Bir Müslüman, davetini haram içerikli yapmamalı, davet edilen kişi de davet edilse dahi bu davetlere icabet etmemelidir.
- b) Bir Müslüman çıkar amaçlı bir davet yapmamalı, davet edilen Müslüman da çıkar ortamının olduğu yerlerde bulunmamalıdır.
“Kendileri o yemeğe muhtaç oldukları halde o yemeği yoksula, yetime ve esirlere yedirirler.” [İnsan: 76/8]
“(Ve derler ki) Biz sizi ancak Allâh rızası için yediriyoruz. Sizden de ne bir karşılık istiyor ve ne de bir teşekkür bekliyoruz.” [İnsan: 76/9]
- c) Bir Müslüman kibirlenerek üstünlük sağlamak için karşıdakinin altında kalacağı bir davette bulunmamalıdır. Diğer Müslümanlar da kibrin koktuğu davet ortamlarından uzak durmalı ve bu davete icabet etmemelidir.
Ev sahibi gelen davetliye ikram ettiği yemeğin aynısı onun evine gittiğinde kendisine ikram edilmesini beklememelidir. Davetlerde ölçü, tevazu üzere olmalıdır. Burada sıralanan maddelere uyulduğu takdirde, kalplerin birbirlerine buğzetmemesi ve ülfetin oluşması mümküdür.
3) Nasihat İstediğinde Ona Nasihat Eder
Ahlâk Nebîsi’nin, bir başka hadîs-i şeriflerden biliyoruz ki: “Dîn nasihattir” [Müslim]. Nasihat, samimi olmak ve kardeşine emri bi’l-maruf ve nehyi ani’l- münkerde bulunmaktır. Bu Müslümanların içtimâsını ayakta tutmaktır. Allâh Azze ve Celle şöyle buyurmuştur:
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” [Âl-i İmrân: 3/104]
Hadîs-i şerifin zahirinden de çıkan hükme bakılarak, Müslüman bir kardeşimiz nasihat istediğinde ona nasihat etmek farzdır denmiş. Fakat istemediği halde ona nasihat etmek sünnet sayılmış. Ortada bariz bir haram varsa, o zaman istemediği halde kardeşimize nasihat etmemiz de gerekir.
Kardeşimiz bir meselede sıkıntı içerisindedir ve bizden bu sıkıntının gitmesi için nasihat, yani yardım istemektedir. Artık istemiş olduğu nasihati ketmetmek caiz olmaz. Kardeşimiz ilmî bir konuda cahil kalmış ve farz olan bir amel için nasihat istiyorsa, bildiğimiz kadarıyla nasihat eder ve ihlaslı olmaya çalışırız. Çünkü o kardeşimiz ya bir haramdan kurtulmak istiyordur, ya da bir farzı yerine getirmek istiyordur bizler de kardeşlerimize bu durumda nasihat ile yardım ederiz.
Nasihat etmekten korkmamak gerekir. Çünkü bu kardeşimizi eleştirmek değil onu kirinden arındırmaktır. Ancak nasihat ederken dikkat etmemiz gerekenler vardır:
1) Herkesin içinde nasihat edilmemeli.
2) En güzel kelimeler kullanılarak, tevazu gösterilmeli.
3) Ancak Allâh rızası için nasihat edilmeli ki tesir hâsıl olsun.
4) Nasihat ettiğimiz konuya başta kendimiz uymamız gerekir; özellikle anne ve babalarda da bu böyledir. Anne ve baba çocukları için bir nasihatçidirler. Hatta nasihatçi olmalıdırlar.
Nasihat kavramı, aramızda önemi az gibi gözükmektedir. Çünkü hiçbir Müslüman kendi eksiğini duymak veya görmek istemiyor. Diğer Müslümanlarsa, kardeşlerini üzmemek için onları kendi haline bırakabiliyor. Ancak bu, ülfetin gerçeklemesine bir engel olup, ilişkilerde samimiyetsizlik meydana getirebiliyor. Olması gereken kardeşlerimize yardım etmek ve onları sıkıntılarından kurtarmaktır. Bu acı da olsa, hakikatte insanlar kendilerine iyilik yapanları sevmeye meyyaldirler. Sevgi ülfettir.
4) Aksırdığında Onu Teşmit Etmek Gerekir
Teşmit etmek bir nevî duadır denmiş. Onunla kişiye hayırlar dilenir. Şöyle ki; kişi aksırır ve “elhamdulillâh” der. Duyan kimse de “yerhemukellâh” der. Tekrar hapşıran kişi de “yedîkumullâhu ve yuslihû bâlikum” der. Bu şekilde teşmit olur.
Düşündüğümüzde, hayatımız içerisinde yaşadığımız şu küçücük olay bile, kardeşlerimizle aramızdaki bir hukukun varlığına işaret ediyor. Aksırdığında dahi onun iyiliğini düşünmemiz gerektiğini bize gösteriyor. Teşmitin hükmü noktasında, hamdeden için teşmit etmek vaciptir denmiş. Hamd etmeyen için teşmitte bulunulmayabilir. Onun vacib olması, İslâm’ın kardeşler arasındaki ilişkiye değer verdiğinin göstergesidir. Her hallerinde kardeşlerimizin yanında olduğumuzun işaretidir. İşte bu zaten ülfettir. Allâh her birimize sıhhat bahşetsin.
5) Hastalanırsa Onu Ziyaret Etmen
Hastalık kulun başına gelen imtihanlardan birisidir. Kimisi ufak bir hastalıkla, kimisi büyük bir hastalıkla imtihan olabilir. Her iki hal, mü’min için günahlarına kefarettir, inşallâh. Bir Müslüman’ın da kardeşini hastalandığında moral olması için ziyaret etmesi, ona dua edip ondan dua alması güzel amellerdendir hatta birbirlerinin hakkıdır ve ülfetin kapısıdır.
Hasta ziyaretinde bulunan kimse, kardeşine bol dualarda bulunur ve ona sabretmesi için destek olur. Bununla ilgili Peygamberimiz aleyhisselâm hastalıkla imtihan olan bedevinin yanına gider ve ona: “Üzülme! Günahların temizleniyor inşallâh.” [Buhârî] der. Buradan anladığımız, ziyaretin amacı hasta kardeşimizin yanında olduğumuzu belirtmek ve ona destek olmaktır.
Hasta kişi de, yine Peygamberimizin buyurmuş olduğu üzere, isyana düşmeden başına gelen kötü halde: “Elhamdulillâhi alâ külli hal” yani; “her hal için Allâh’a hamdolsun” der. İyileştiğinde veya başına iyi bir hal geldiğinde de yine: “Hamd O Allâh’a mahsustur ki, iyilikler ancak O’nun nimeti ile tamam olur” der. [Hilyetu’l-Evliyâ]
İnsanın, kardeşine ihtiyaç duyduğu en büyük anlar, muhakkak ki zor anlarıdır. Şeriatımızda hasta ziyaretinde bulunanın büyük hayırlar elde ettiği bildirilmiştir. Bizler söz uzamasın diye onları burada zikretmekten aciz kaldık. Ama en azından şunu ifade edelim ki, kardeşimizi hastalık gibi zor anında ziyaret etmemiz onunla kuracağımız ülfet bağı için güzel bir fırsattır. Rabbimiz fırsatları kaçırmaktan bizleri korusun, Allâhumme âmin.
6) Vefat Ettiği Zaman Onu Takip Etmen
Ölüm, her insanın mutlak sonudur. Tıpkı doğmak kadar normal bir şeydir. Ve Peygamberler dâhil olmak üzere her kul doğmakta ve ölmekte eşittir. Her canlı muhakkak ölümü tadacaktır. O zaman ölümde başka bir hikmet aranır. Evet, ölüm acı bir durumdur kişi vefat ettiğinde yakınları çok üzülür. Ama şu bilinmeli ki, ölen kimse öldüğü gibi tekrar dirilecektir. Ve biz de onun öldüğü gibi öleceğiz. Ancak, asıl mesele doğmak ve ölmek değil, asıl mesele en güzel şekilde dirilmektir. Çünkü o, artık tabiri caizse bizim mührümüzdür. Haliyle, nasıl dirileceğimiz nasıl öldüğümüze, nasıl öleceğimiz de nasıl yaşadığımıza bağlıdır. O nedenle iyi dirilmek için iyi yaşamalıyız.
İşte bir Müslüman kardeşimiz de vefat ettiğinde, onun için dünyadaki son görevimizi yapmalı ve cenazesini takip etmeliyiz. Onun cenaze namazını kılmalıyız. Çünkü cenaze namazının niteliği, ona dua etmektir. Bizler inanıyoruz ki ölen kardeşlerimiz için ettiğimiz dualar, ahirette fayda sağlayacaktır. Ölen bir kimse için bu çok büyük bir hayırdır. Çünkü kendi amelleri kesilmiştir. Fakat kardeşinin onun için etmiş olduğu dualar onun için fayda sağlamaya devam ediyordur.
Cenâze namazında bulunmada, kardeşimiz hakkında hayır şahitlik etmek vardır. Rasûlullâh aleyhisselâm, kişinin cennetliklerden mi yoksa cehennemliklerden mi olduğunu insanların onun hakkındaki şahitliğine bağlamıştır. Bir gün Allâh Rasûlü’nün olduğu yerden bir cenaze geçti, insanlar ölen kişi hakkında hayır yâdda bulundular. Allâh Rasûlü; “vacib oldu” buyurmuştur. Sonra tekrar bir cenaze geçti ve insanlar bu defa şer yâdda bulundular. Allâh Rasûlü yine; “vacib oldu” buyurdu. Ashâb radiyallâhu anhum sordu; “nedir vacib olan ey Allâhın Rasûlü?” O da buyurdu ki; “birincisi için hayır sözler söylediniz ve onun için şahitlikte bulundunuz. Sizin şahitliğinizle ona cennet vacib oldu. İkincisi için şer sözler söylediniz ve şahitlikte bulundunuz. Sizin şahitliğinizle ona da cehennem vacib oldu. Sizler Allâh’ın yeryüzündeki şahitleriniz buyurdu.” [Buhârî]
Kardeşlerimiz adına hayır şahitliğinde bulunmamız onların bir hakkıdır. Elbette her Müslüman’ın da insanların kendisini hayırla anacağı güzel bir anı geride bırakması gerekir. Bu vefatından sonra bile kardeşlerimizle ülfet bağı ile bağlı kaldığımızın bir göstergesidir. Ülfet öyle bir bağdır ki, kardeşliği ebediyete taşımaktır. Rabbimiz bizleri hayır şahitlikle anılanlardan eylesin, Allâhumme âmin.
Son
Hidayet yollarının en kâmili Nebîmiz aleyhisselâm’ın yolu üzere olmaktır. O’nun verdiğini dîn olarak almak ve onun nehyettiğini terk etmektir. Ahlâk Nebîsi’nin takipçileri olarak, verdiği hiçbir hayırdan geri durmayız. Dînin bir kısmını alıp diğer kısmını terk etmeyiz. Zira Allâh Azze ve Celle, Rasûlü ile neyi gönderdiyse onu doğru bilir ve ona uyarız. Bu itibarla Rasûllâh aleyhisselâm’ın ahlâkıyla ahlâklanmaya da talibiz. Onun bize öğrettiği ülfet kavramını Müslümanlara hatırlatmak isteriz. Bu yazımızda kısa ve öz bir şekilde, Müslümanlar arasındaki ülfetin gerçekleşmesine vesile olabilecek haklardan bahsettik. Okunur ve amel edilirse umarız ki gayemiz gerçekleşmiş olacak, ülfet tesis edilecektir. Rabbimizden niyazımız bizleri ıslah etmesi ve eksiklerimizi gidermesidir. Selâm ve dua ile.
Minhâc Dergisi 11. Sayı | Ekim 2024 | Enes Lütfü
Bir Cevap Yaz