«
  1. Anasayfa
  2. 10. SAYI / TEMMUZ 2024
  3. Ahlâkî Kavramlar-1

Ahlâkî Kavramlar-1

HAKAN

Âlemlerin Rabbine hamd, O’nun ahlâkı azîm Nebî’sine, güzide âline ve ashabına da salât ve selâm olsun. Rabbimizin izni ve ismiyle söylerimize başlıyoruz. Değerli okurlarımız!  Rabbimizin ikramıyla dergimizin 10. sayısında yine sizlerle birlikteyiz. Sayımızın “Ahlâk Sayısı” olmasını münâsebetiyle bu yazımızdan itibâren ahlâkî kavramları tanıtmaya çalışacağız. 1o. Sayımızda, 1o kavramla başlıyoruz. Rabbimiz bize ve bizden sonrasına, okuyana ve yaşayana hayırlı ve faydalı eylesin. Allâhumme âmin.

Gayret bizden, tevfîk en-Nasîr olan Rabbimizdendir.

(1) İhlâs:

İhlâs, bir Müslüman’ın yapmış olduğu amelleri yalnızca Allâh’u Teâlâ’nın rızası için yapmasıdır. İhlâs, niyette şirkten kaçınmak ve tevhîd üzere olmaktır. İhlâsa “niyette tevhîd” de diyebiliriz. İhlâs, enbiyânın vasıflarındandır. Tevhîd elçilerinin pak yolunu yol edinen bir Müslüman da ihlâs sahibi/muhlis olmalıdır. Mü’minlere tevhîd emredildiği gibi ihlâsta emredilmiştir. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Oysa onlar, dîni Allâh’a has kılarak, hakka yönelen kimseler olarak, O’na kulluk etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar.” [Beyyine: 98/5] Nebîmiz aleyhisselâm da ihlâsın önemini bizlere şöyle ifâde etmiştir: “Şüphesiz ki Allâh, kendisine ihlâsla yapılan ve rızasına kavuşmak istenen amellerden başkasını kabul etmez.” [Nesaî] Mü’minler, riyâya karşı çok dikkatli olmak zorundadırlar. Peki, “riyâ nedir?” denirse; riyâ, bir Müslüman’ın yaptığı amelleri, Allâh’u Teâlâ’nın rızasının dışında, başka şeyler için yapmasıdır. Müslüman, riyâkâr/mürai olamaz. Rabbimiz bizlerden salih ameller istemektedir ve salih ameller de ancak riyâsız yapılırlarsa fayda verirler. Riyâ ise “küçük şirk” olup, amelleri ifsad eder ve kişiyi ateşe sürükler. Riyâ, münafıkların özelliklerindendir.  Her Müslüman, her türlü nifaktan kaçınması gerektiği gibi, riyâdan da kaçınmalı ve kalbini ihlâsla arındırmalıdır. Zira Rabbimiz, bizlerin kalplerine ve ihlâsla yaptığımız amellerimize bakmaktadır. Nebîmiz aleyhisselâm buyurdu ki; “Şüphesiz ki Allâh, sizin vücutlarınıza ve dış görüşünüze bakmaz. Ancak O, kalplerinize ve amellerinize bakar.” [Müslim] Muvahhîd bir Müslüman, içini ve dışını, tevhîd ve ihlâs ile donatarak, büyük ve küçük şirkten beri olur. O, bu sayede de Allâh’u Teâlâ’nın rızasını kazanır. Bir muvahhîd her zaman; “Benim namazım, (her türlü) ibâdetim ve hayâtım ve ölümüm hep Allâh içindir.” [En’am: 6/162] demelidir.

(2) Sıdk:

Sıdk, doğruluk mânâsına gelir. Doğruluk, sözün gerçek olup, hâlin de söze uymasıdır. Müslüman, sıdk ehli olan sâdık kişidir. O, sözü ve fiiliyle doğrudur. Sıdk, enbiyânın vasıflarındandır. Rabbimiz kitâbında elçilerini tanıtırken onların doğru kimseler olduklarını bizlere bildirmektedir. Onlar, peygamberlik vazifesini yüklenmeden önce de doğru kişilerdir. Zira Nebîmiz aleyhisselâm’a kendi kavmi, o daha peygamber olmadan önce bile “es-Sıddîku’l-Emin” demekteydi. En doğru sözlü olan Rabbimiz, doğru olmamızı ve doğru olanlarla birlikte olmamız gerektiğini bizlere bildirmiştir: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” [Hûd: 11/112] “Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve doğrularla beraber olun.” [Tevbe: 9/119] Doğruluk Rabbimizin rızasını kazandırır. Nebîmiz aleyhisselâm, doğrulukla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Doğruluk iyiliğe, iyilikte cennete götürür. Sürekli olarak doğru söyleyen bir adam, Allâh katında “sıddık” olarak yazılır. Yalan günaha, günah ise cehenneme götürür. Bir adam sürekli yalan söylemeye devam ederse, sonunda Allâh katında “kezzab” olarak yazılır.” [Buhârî, Müslim] Yalan konuşmak, iftara atmak münafıkların özelliklerindendir. Müslüman, yalancı olmaz. “Nebîmiz aleyhisselâme soruldu: ‘Mü’min korkak olur mu?’ O: “Evet” dedi. Sonra denildi ki: ‘Mü’min cimri olur mu?’ O: “Evet” dedi. Yine denildi ki: ‘Mü’min yalancı olur mu?’ Rasûlullâh aleyhisselâm: “Hayır” dedi.” [Mâlik] Ancak unutulmamalıdır ki dînimizde; harpte, kişilerin arasını düzeltirken, aile dirliğini sağlamak için doğrunun hilafına konuşmaya cevaz verilmiştir. Bunun haricinde muvahhîd bir Müslüman, sözüyle ve hâliyle doğru olup, doğrularla birlikte, dosdoğru bir hayâtı yaşamaya gayret etmelidir ki sıddık olarak cennete varis olabilsin. “Kim, Allâh’a ve peygambere itaat ederse işte onlar, Allâh’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdirler; bunlar ne güzel arkadaşlardır!” [Nisâ: 4/69]

(3) Sabır:

Sabır, bir Müslüman’ın nefsini ilâhî emirler ve yasaklar karşısında itaate ve istikâmete zorlaması, başa gelen musibetlere ve sıkıntılara karşı dayanıklı olmasıdır. Müslüman, sabırlı insândır. O, bu dünyânın “sabır yurdu” olduğunu bilir ve hayâtını “sabır şuuru” ile yaşar. Sabır, enbiyânın vasıflarındandır. Allâh’u Teâlâ, hayır dilediği kullarına musibet verir. “Allâh, kim için hayır dilerse ona musibet verir.” [Buhârî] Hatta belaların, musibetlerin en şiddetlileri enbiyâya gelmiştir. “İnsânlar içinde en ağır imtihana çekilenler peygamberlerdir. Sonra sırasıyla onları takip edenler, sonra onları takip edenlerdir.” [Hâkim] Musibettler, dîne değilde dünyâlıklardan olup kişi bunlara sabrederse Allâh katında büyük mükâfâtlara ve derecelere nâil olur. Dînimize zarar vermeyen musibetler için de ayrıca hamd edilmelidir. Bilinmelidir ki insânlığa rehber olan tevhîd elçileri de sabrı hayât yapmışlar ve adeta “sabır kahramanları” olmuşlardır. Müslümanlar da onların yaptıkları gibi başlarına musibet cihetinde her ne gelirse “sabr-ı cemil” ile karşılamalıdırlar. Unutulmamalıdır ki sabır, rahmete ermenin, merhamete uğramanın, müjdelere kavuşmanın yoludur. Rabbimiz, sabredenlerden razı olduğunu bizlere bildirmiştir: “Sabredenleri müjdele! Onlar başlarına bir musibet gelince; ‘şüphesiz ki biz, Allâh’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz’ derler. İşte Rableri katında rahmet ve merhamet onlaradır. Doğru yola ulaştırılmış olanlarda bunlardır.” [Bakara: 2/155-157] “Sabredin, muhakkak ki Allâh, sabredenlerle birliktedir.” [Enfal: 8/46] Müslüman’ın sabırlı olması onun için günahlarına kefâret olmaktadır. Nebîmiz aleyhisselâm, bu hakikati bize şöyle haber vermektedir: “Bir mü’mine diken batsa ve daha büyük bir musibet dokunsa (sabrederse) kendisi için (günahlarına) kefâret olur.” [Müslim] Muvahhîd bir Müslüman, sabredileceklere Allâh’u Teâlâ için sabrederse; hem bu dünyâda, hem de ahirette bunun karşılığını alacaktır. Rabbimiz kendisi için yapılan karşılığını verdiği gibi yine kendi uğrunda sabredenlerin karşılığını verecektir. Bizler de Rabbimize teslim olup, O’na tevekkül edenler olarak duâ ediyoruz: “Rabbimiz! Bizi sabırla donat, bize sebat ver ve şu kâfir topluluğa karşı bize yardım et!” [Bakara: 2/250] “Ey Rabbimiz! Bize sabırlar ver ve canımızı Müslüman olarak al!” [A’râf: 126]

(4) Şükür:

Şükür, bir iyiliğin karşılığı için yapılan güzel övgüye denir. Müslüman, şükür ehli/şâkirdir. Şükür, enbiyânın vasıflarındandır. Nebîler, çokça şükreden kullardı. Yine Nebîmiz aleyhisselâm da çokça şükreden bir kimseydi ve ümmetine de şükredenlerden olmalarını istemelerini öğretmiştir. Nebîmiz aleyhisselâm, ümmetinin her namazdan sonra şöyle duâ etmelerini istemiştir: “Allâh’ım! Beni zikrinle, şükrünle ve Sana güzel ibâdet ile meşgul eyle!” [Ebû Dâvûd, Nesaî] Rabbimiz kullarının da şükreden kullar olmalarını istemektedir: “Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin.” [Bakara: 2/172] Rabbimizin bizler üzerindeki nimetleri çoktur. Bir âyette bu şöyle ifade edilmiştir: “Allâh’ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız.” [İbrâhîm: 14/34] Gerçekten de Rabbimizin bizler üzerinde sayılamayacak kadar çok nimeti vardır. Her bir hücrenin sağlıklı olup bulunduğu yerde işlevini görmesi, insânın rahat rahat nefes alıp-vermesi şükrü gerektiren hallerdendir. Bu durumda insânın ne kadar şükretmesi gerektiği aşikârdır. Kul, bunların farkında olmalıdır. Müslüman, Rabbine şükrettiği gibi, insânlara da teşekkür etmeli; diğer insânların iyiliklerine de karşılık vermelidir. Aslında kullara teşekkür etmekte bir nevi şükürdür. Nebîmiz aleyhisselâm aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: “İnsânlara teşekkür etmeyen, Allâh’a şükretmez.” [Ebû Dâvûd, Tirmizî] Nimetlere şükür edildiğinde Rabbimiz razı olur, razı olduklarına da azap etmez. Nimetler, şükürle bereketlenir ve zâyi olmaz. Muvahhîd bir Müslüman, “şükür şuuru” ile daima hamd ve şükür etmelidir. “Eğer siz îmân eder ve şükrederseniz Allâh size niçin azap etsin? Allâh, şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir.” [Nisâ: 4/147]

(5) İhsân:

İhsân, yapılanları iyi ve güzel yapmak demektir. Ayrıca Allâh’u Teâlâ’nın gözetiminde olduğunun şuurunda olmaya da ihsân denilir. Rabbimize karşı ihsân, kulun her anında ve her işinde Allâh’u Teâlâ’nın kendisiyle birlikte olduğunun farkında olmasıdır. İhsân üzere olmak, enbiyânın vasıflarındandır. Tevhîd elçileri muhsin kullardır. Rabbimiz onları ödüllendirmiştir: “Mûsâ yetişip olgunlaşınca, ona hikmet ve ilim verdik. İşte biz, güzel davranan muhsinleri böyle mükâfatlandırırız.” [Kasas: 28/14] Bir hadisi şeriflerinde Nebîmiz aleyhisselâm ihsânı şöyle tarif etmiştir: “İhsân; Allâh’a sanki O’nu görüyormuşçasına ibâdet etmendir. Zira sen, O’nu göremesen de, O seni görmektedir.” [Buhârî, Müslim] Müslim bir kul, er-Rakîb ve el-Basîr olan Rabbimizin bizleri her zaman ve her yerde gördüğünü aklından çıkarmamalıdır. “İhsân şuuru” ile yaptıklarını iyi ve güzel yapmaya gayret emelidir. Zaten Rabbimiz de kullarının yaptıklarını ihsân üzere yapmalarını istemektedir. Yine Nebîmiz aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: “Allâh, ihsânı her şeyin üzerine yazdı.” [Müslim] Yani bir Müslüman, her nerede, ne yapacaksa onu güzelce yapmalıdır; bu dînimizin bizlere olan emridir. Kur’ân’ı Kerîm’de ihsân kelimesi geçmektedir. Rabbimiz, ana-babaya ihsânla davranılmasını emretmiştir: “Rabbin kendisinden başkasına asla ibâdet etmemenizi ve ana-babaya ihsânla davranmanızı emretti.” [İsrâ: 17/23] Ana-babanın haricinde de, tüm insânlara hatta tüm canlılara karşı da ihsânla davranmak gerekir. Muvahhîd Müslümanlar, ihsân şuurunu kuşanarak hayâtı ihsân ilkesine göre yaşamalıdırlar. “Allâh, sana ihsân ettiği gibi, sen de insânlara ihsânda bulun.” [Kasas: 28/77]

(6) Emânet:

Emânet, hakları yerine getirmek ve korumak demektir. Emânetin zıtttı ihânet ve hainliktir. Rabbimiz, mü’min kullarını emânete riâyet ettikleri için övmüştür: “Onlar, emânetlerini ve verdikleri sözleri gözeten kimselerdir.” [Meâric: 70/32] Emânete riâyet etmek, enbiyânın vasıflarındandır. Tüm tevhîd elçileri, emîn nasihatçilerdir. Emânetleri ehline veren Rabbimiz, elçilik/risâlet emânetini onlara vermiş ve onlar da layıkıyla görevlerini yapmışlardır. Onlara salât ve selâm olsun. Müslümanların da onların ardından emânete riâyet eden, emîn kişiler olmaları gerekir. Emânete ihânet eden hainler, dünyâda ve ahirette yerilmişlerdir. Emânete ihânet etmek, münafıklık alametidir. Zira Nebîmiz aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: “Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde sözünde durmaz, kendisine emânet verildiğinde ihânet eder.” [Buhârî, Müslim] Emânete ihânet edenler, kıyâmet gününde utanç içerisinde olacaklardır. Nebîmiz aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: “Her hainin, kıyâmet gününde onunla bilindiği bir bayrağı vardır.” [Buhârî, Müslim] Hiç akıldan çıkarılmaması gereken bir hakikattir ki Rabbimizin bizlere verdiği herşey bir emânettir. Beden bir emanet olduğu gibi, eş ve çocuklar da birer emanettir. Mallar ve mevkilerde yine birer emanettir. Kul, her bir verilen nimetin “emanet şuuru” ile hakkını vermeye çalışmalıdır. Muvahhîd Müslümanlar, şu kısa dünyâ yolculuğunda Rabbimizin razı olacağı vasıfları kendilerinde bulundurmalı, razı olmayacağı vasıflardan da kaçınmalıdırlar. “Ey îmân edenler! Allâh’a ve Rasûlüne hainlik etmeyin. Bile bile kendi (aranızdaki) emânetlerinize de hainlik etmeyin.” [Enfâl: 8/27]

(7) Hayâ:

Hayâ, kişinin utanma duygudur. Hayâ, övülmüş bir vasıftır. Bu vasıf, tevhîd dîni İslâm’ın ve enbiyânın ahlâkındandır. “Her dînin kendine özgü bir ahlâkı vardır; İslâm ahlâkının özü de hayâdır.” [İbn Mâce] Dînimizde hayâ, îmanla ilişkilendirilmiş, îmânın şubelerinden bir şube sayılmıştır. “Îmânın altmış küsür şubesi vardır; hayâ, onun şubelerinden biridir.’’ [Buhârî, Müslim] Yine hayânın îmânla bağını bir başka rivâyette ise şöyle görmekteyiz. “Hayâ îmândandır. Îmân ise kişiyi cennete götürür. Edepsizlik ise zulümdür ve zulmün kişiyi götüreceği yerse cehennemdir.” [Hâkim] “Hayâ ve îmân birbirine bağlıdır. Bunlardan biri çekilip alınınca diğeri de çekilip alınır.” [Buhârî, el-Edebu’l-Müfred] Yine Nebîmiz aleyhisselâm, kendi kardeşini utangaç olduğu için azarlayan birine; “Onu kınamayı bırak! Hayâ îmândandır.” [Buhârî, Müslim] buyurmuşlardır. Hayırların imâmı olan Nebîmiz aleyhisselâm, hayânın külliyyen hayır olduğunu vurgulamıştır: “Hayâ, ancak hayır getirir.” [Buhârî, Müslim] “Hayânın tamamı hayırdır.” [Müslim] Ayrıca hayânın bir ziynet/süs olup, insânı süslediğini ve güzelleştirdiğini görmekteyiz. “Hayâ, ziynettir. ” [Hâkim] “Kaba söz, ayıptan başka bir şey getirmez. Hayâ ve edeb ise girdiği yeri süsler.” [Müslim] Zikrettiğimiz bu hadisi şerifler, dînimiz de hayânın önemini bildirmesi bakımından çok önemlidir. Nebîmiz aleyhisselâm da bir genç kızın hayâsından daha hayâlıydı. Maalesef ki O’nu örnek alması gerekenler, O’nun ahlâkından fersah fersah uzaklaşmışlardır. Günümüz modern cahiliyesinde, görülen hayâsızlığın en büyük sebebi îmânsızlıktır. Ekinin ve neslin düşmanı olan cahiliye sistemlerinin, îmânsızlaşması yönünde verdikleri çabalar -ne hazindir ki- başarılı olmuştur. Küfrün mayası tutmuş, ahlâksız ve hayâsız nesiller arzı işgal etmiştir. Bilinmeli ve îmân edilmelidir ki; îmân, insânı insân eder. Îmânı olmayan, hayvandan da aşağıdır. O, insân görünümlü bir canavardır ki yırtıcı hayvanların yapamayacakları vahşeti ve katliamı yapar. (Umumen tüm Dünyâ’da, hususen ise Gazze’de yapılanlar bunun apaçık bir göstergesidir.) Rabbimiz, hayâlı olanları sever. Nebîmiz aleyhisselâm bunu bizlere şöyle bildirmiştir: “Şüphesiz Allâh, hayâlıdır, örtünendir hayâyı ve örtünmeyi sever.’’ [Ebû Dâvûd, Nesaî] Bizler de Rabbimize, Nebîmiz aleyhisselâm’a, diğer insânlara ve hatta kendi kendi nefislerimize karşı hayâlı olmalıyız. Müslüman kendisinde kötü vasıflar barındırmamaya çalışan kişidir. O, ahlâk kontrolü yaparak, kendisini ahlâkî bir denetime alır. Hayâsızlıktan uzak durduğu gibi, Müslüman’a yakışmayan tüm kötü vasıflardan da kendini korumaya gayret eder. “Muhakkak ki Allâh adâleti, ihsânı, akrabaya karşı cömert olmayı emreder; hayâsızlığı, kötülüğü ve zorbalığı yasaklar. İşte Allâh, aklınızı başınıza alasınız diye size böyle öğüt veriyor.” [Nahl: 16/90]

(8) İffet:

İffet, haramdan kaçınmak ve insânlardan bir şey istemekten uzak durmak mânâsına gelir. İffet, enbiyânın vasıflarındandır. Müslüman kişi de iffet sahibidir. İffetli olmak her zaman ve her yerde övülmüştür. İffetin çeşitleri çoktur. Örneğin kul, organlarını haramdan koruduğunda iffetli olarak haraket etmiş olur. Gözünü kulağını, elini ayağını, dilini dudağını haramlardan koruyan kişi bu organlarında iffet sahibidir. Yine kul, başkalarının elindekilere karşı da iffetli olmalıdır. Nebîmiz aleyhisselâm; ‘‘Veren el, alan elden daha hayırlıdır.’’ [Buhârî, Müslim] buyurmuştur. Bir Müslüman, her zaman hayırlı olmaya çalışmalı; İslâm’ın güzelliklerini ve iffetini hayâtında ve organlarında göstermelidir. Bu takdirde İslâm’ın parlayan nûrları, güzel izleri hayâtının her yerinde görülecektir. Ayrıca iffetli bir Müslüman, kendisini ilgilendirmeyen şeylerden de uzak durmalıdır. Nebîmiz aleyhisselâm: ‘‘Kişinin kendini ilgilendirmeyen şeyleri bırakması, İslâm’ın güzelliğindendir.’’ [Tirmizî, İbn Mâce] buyurmuştur. Mâlâyâni ile meşguliyet, iffeti zedeler. Özellikle günümüzde Müslümanları zehirleyen sanal yılandan uzak durulmalıdır. Unutulmamalı ki sanal tehlikeyi fark etmeyenler ya da önemsemeyenler, içinden çıkılamayacak bataklara düşmektedirler. Şerri def etmek önceliklidir. Önemsiz görülen nice şey, zaman içerisinde kişilerin ayaklarının kaymasına sebebiyet verebilmektedir. Nebîmiz aleyhisselâm, Rabbimizden iffetli olmayı istemişken bizler de istemeli ve sürekli; ‘‘Ben, Senden hidâyet, takva, iffet ve (mânevî) zenginlik istiyorum.’’ [Müslim] demeliyiz.

(9) Tevbe:

Tevbe, kulun işlediği günahlardan dolayı pişman olması ve onlardan vazgeçerek bir daha yapmamaya karar vermesidir. Tevbe etmek, enbiyânın vasıflarındandır. Tevbe eden kişi tevbe ile günah yolunu terk ederek itaat yoluna yönelir. Böylece aslına yani fıtratına dönmeye gayret eder. Tevbe, aracısız olarak sadece Allâh’a yapılır. Kulun -eğer varsa- ilk tevbe edeceği şey şirk olmalıdır. Zira şirk, en büyük yasak ve en büyük günahtır. Dünyâ menfaatleri içinde tevbe etmek aslî bir tevbe değildir. Tevbe, nedâmetle yapılmalıdır. Tevbe eden tam bir pişmanlık üzerinde olup, kul tevbesini gerektiğinde gözyaşıyla Rabbine sunmalıdır. Tevbe, Allâh’ın rızasına vesiledir. Tevbekâr bir Müslüman’dan Rabbimiz razıdır. Tevbe etmeyip, günahta ısrar ve inat edip diretmekse iblisin vasfıdır. Rabbimiz, lânetli iblis için şöyle buyurmuştur: “Meleklere: ‘Âdem’e secde edin’ dedik. İblis hariç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece) kâfirlerden oldu. [Bakara: 2/34]  Âdem aleyhisselâm, hata ettikten sonra tevbe etmiş ve Rabbimiz de onu bağışlamıştır. Rabbimiz, ‘‘et-Tevvâb’’ olup kullarından tevbe edenlerin tevbesini kabul eder. İsmet sıfatına sahip olan nebîler de sürekli tevbe ederlerdi. Onların tevbeleri günahları sebebiyle değil, kulluklarının bir göstergesidir. Kur’ân’ı Kerîm’de onların tevbelerine şahit olmaktayız. Rabbimiz, atamız Âdem aleyhisselâm’dan bahsederken: Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti ve doğru yola iletti.[Tâhâ: 20/132] buyurmuştur. Yine tevhîd önderi İbrahim aleyhisselâm ve oğlu İsmail aleyhisselâm: Tevbemizi kabul et. Hiç şüphesiz Sen, tevbeleri kabul edensin ve çok merhametlisin [Bakara: 2/128] diye duâ etmişlerdir. Ulu’l-azm peygamberlerden Mûsâ aleyhisselâm ise; Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine kat. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.” [A’râf: 7/151] “Rabbim, gerçekten, kendi nefsime zulmettim, artık beni bağışla.” [Kasas: 28/16] diyerek et-Tevvâb olana yönelmiş ve O’ndan bağışlanma dilemiştir. Kur’ân’ı Kerîm’de bizler bu tür örnekleri görebiliriz. Rabbimiz tüm tevhîd elçilerine tek hak ilâh olduğunu ve ancak kendisine kulluk edilmesi gerektiğini bildirmiştir. “Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona; ‘Benden başka ilâh yoktur, şu halde Bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” [Enbiyâ: 21/25] Yine hatasını itiraf eden Yunus aleyhisselâm da Rabbimize yönelerek; “Senden başka ilâh yoktur. Seni tesbih ederim. Şüphesiz ki ben, (nefsine) zulmedenlerden oldum.” [Enbiyâ: 21/87] diye nidâ edip, yalvarmıştır. Müslümanlar da hatalarında ve günahlarında ısrar etmeden hatalarını telafi etmeye çalışmalıdırlar. Günahlara karşı tevbe etmemek şeytânın bir vasfıdır. Rabbimiz günahlarına tevbe etmeyenleri zalimler olarak adlandırmış ve kullarının tevbe etmelerini istemiştir; “Günahlarına tevbe etmeyenler yok mu, işte zalimler onlardır.” [Hucurât: 49/11]  “Ey îmân edenler! İçtenlikle ve kararlılık içinde Allâh’a tevbe edin.” [Tahrîm: 66/ 8] “Ey mü’minler! Hepiniz Allâh’a tevbe edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.” [Nûr: 24/31] Yine Nebîmiz aleyhisselâm da şöyle buyurmuştur: Ey insânlar! Allâh’a tevbe edip O’ndan af dileyiniz. Zira ben, O’na günde yüz defa tevbe ederim.” [Müslim] Bizler de tevbe ve istiğfarı hayât yapmalıyız. Bilmeliyiz ki bir günah işlendiğinde, günahta ısrar etmeden tevbe etmek kullar üzerine farzdır. Bir günah işlendiğinde hemen Rabbimizden bağışlanma dileyerek, günahta ısrar etmemek gerekir. Rabbimiz, kitâbında Müslüman kullarını bizlere şöyle bildirmektedir: ‘‘Ve onlar çirkin bir iş yaptıkları ve nefislerine zulum ettikleri zaman Allâh’ı zikredip günahlarının bağışlanmasını isterler zaten Allâh’tan başka günahları kim bağışlar hem onlar işledikleri günahta bile bile ısrar etmezler.’’ [Âl-i İmrân: 3/135] Görüldüğü üzere Müslümanlar, küçük-büyük tüm günahlarından bağışlanma talep ederler. Nebîmiz aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: ‘‘Herkes günah işler fakat günahkârların en iyisi tevbe edendir.’’ [Hâkim] Rabbimiz, tevbe eden kullarını sever ve onların tevbelerinden memnun olur. “Allâh çok tevbe edenleri sever ve çokça temizlenenleri de sever.” [Bakara: 2/222] “Kulunun tevbe etmesinden dolayı Allâh Teâlâ’nın duyduğu memnuniyet, sizden birinin ıssız çölde kaybettiği devesini bulduğu zamanki sevincinden çok daha fazladır.” [Buhârî] Ayrıca tevbe azabı önler: “Sen içlerinde oldukça Allâh onlara azap etmez, tevbe edip dururken de Allâh onlara yine azap etmeyecektir.” [Enfâl: 8/33] Tevbe edenlere melekler dahi duâ ederek: “Ey Rabbimiz! Sen, rahmetin ve ilmin ile her şeyi kuşattın. Tevbe edenleri ve yolundan gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru.” [Mü’min: 40/7] derler.  Müslümanlar da hem kendilerine hem de Müslüman kardeşlerine duâ etmelidirler. Ömürleri boyunca da “tevbe ahlâkı” üzere olup, rahmetiyle her şeyi kuşatana yönelmelidirler. “Hâlâ Allâh’a tevbe edip, istiğfar etmeyecekler mi?  Allâh çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”  [A’râf: 7/153]

(10) Tevekkül:

Tevekkül, Allâh’a teslim olmak, güvenmek, dayanmak ve sığınmak mânâlarına gelir. Tevekkül, bir amaca ulaşmak için gerekli olan her türlü önlemi alarak elinden gelen tüm gayreti sarf ettikten sonra kalben Allâh’a bağlanmayı ve O’na sığınmayı ifâde eder. Tevekkül, enbiyânın vasıflarındandır. Onlar, mütevekkil kullardır. Kavimlerini de mütevekkil olmaya çağırmışlardır: “Mûsâ, ‘Ey kavmim! Eğer siz gerçekten Allâh’a îmân etmişseniz, eğer O’na teslim olduysanız, artık sadece O’na tevekkül edin’ dedi.” [Yûnus: 10/84] İnsânlar başkalarına veya kendilerine, başkalarının malına veya kendi mallarına tevekkül etmemeli; bilakis tevekkülü tamamıyla Allâh’a yapmalıdırlar. Allâh’u Teâlâ’dan bağımsız olduğunu düşünerek, kendini müstağni görmek hüsran sebebidir. Çok iyi bilmelidir ki Allâh’u Teâlâ dilemeden kimsenin ve kimseye hiçbir faydası olmaz. Rabbimiz, kelâmında yalnızca kendi yüce zatına tevekkül edilmesi gerektiğini bizlere bildirmiştir: ‘‘Müslümanlar, sadece Allâh’a güvenip dayansınlar.’’ [Âl-i İmrân: 3/122] ‘‘Kim, Allâh’a tevekkül ederse O, ona yeter.’’ [Talâk: 65/31] Yine Nebîmiz aleyhisselâm da diğer peygamberler gibi mütevekkil olmuş ve tevekkül sahibi olmalarını ümmetinden istemiştir. Bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: ‘‘Eğer siz Allâh’a hakkıyla tevekkül ederseniz o, sizi kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırır.’’ [İbn Mâce] Müslüman bir kulda her nerede ve her ne hâlde olursa olsun tam bir teslimiyetle Allâh’a tevekkül ederek; ‘‘Allâh, bana yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben, O’na tevekkül ettim ve büyük arşın Rabbi O’dur.’’ [Tevbe: 9/51] demelidir.

Duâmız:

Rabbim, razı oluncaya kadar her nefesim Senin yolunda, Sana fedâ olsun! Sen hoşnut oluncaya kadar Sen’den af diler, tevbe ve istiğfarda bulunurum. Îmân ediyorum ki mutlak güç ve kuvvet sahibi ancak Sen’sin. Ey duâlara icâbet eden el-Mucîb! Beni ve mü’min kardeşlerimi razı olduğun, övülen güzel ahlâka ulaştır ve razı olmadığın yerilen kötü ahlâktan da uzaklaştır. Senden başka güzel ahlâka ulaştıracak, kötü ahlâktan uzaklaştıracak yoktur. Ey “ol” deyince olduran el-Kavîyy! Bizlerin içini ve dışını, hâlini ve kâlini Nebîmiz aleyhisselâm’a benzet. Ondan razı olduğun gibi bizlerden de ebeden razı ol, ya Muîn! Allâhumme âmin.

Güzel ahlâkı kuşanan kardeşlerime selâm ve duâ ile…

Minhâc Dergisi 10. Sayı | Temmuz 2024 | Hakan Emin

Bir Cevap Yaz