Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya hamd eder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Salât ve Selâm nebîlerin sonuncusu olan Muhammed aleyhissellam’a ve bütün nebilerin üzerine olsun.
Dergimizin kıymetli okuyucuları! Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın yardımı ile bu sayımızla beraber bu köşemizde yeni bir seriye başlıyoruz. İstedik ki, dergimizin sahâbe hayatlarının işlendiği, her yeni sayıda farklı bir sahâbeye değinildiği; kendisinden, başına gelen olaylardan ve bu olaylar karşısındaki sergilemiş olduğu tavırlardan kendi heybemize nasihatler çıkarabileceğimiz bir köşemiz olsun. Böylelikle tekerrürden ibaret olan tarih sahnesindeki bizler de o güzide şahsiyetlerin Rablerini razı ettikleri gibi Rabbimizi razı edebilelim. Gayret bizden yardım ve başarı ise Allâh Subhânehu ve Teâlâ’dandır.
Yazıya öncelikle neden sahâbe hayatı? Sorusuna cevap vererek başlamak istiyorum. Çünkü her şeyde olduğu gibi yazılarımızda da amacımız fayda görmekse bu yazının; neden yazıldığını, kime hitap ettiğini ve hangi faydaları amaçladığını bilmemiz gerekir. O halde;
Neden sahâbe?
Bir nesil düşünün ki Peygamber içlerinde dünyaya gelsin, onlarla büyüsün, onlara arkadaşlık etsin, onları sevsin, onlarla oturup, onlarla kalksın ve onları İslâm’a davet etsin. Onlar da bu davete en güzel şekilde icabet etsinler ve Allâh yolundaki tüm zorluklara birlikte göğüs gersinler. İşte bu cesur yürekli kimseler Peygamberimizin sahâbesidirler. Her ne kadar İslâm öncesi şirkin ve küfrün necis bataklığına batmışsalar da İslâm’ın nuruyla nurlanıp Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in ahlâkıyla temizlenmişlerdi. Onlar ki Peygamberi kendilerine yol gösterici bir kılavuz kabul edinmişlerdi. Yine onlar Kur’ân-ı Kerîm’e teslim olmuş; kendini suyun iradesine bırakan yaprak misali Kur’ân-ı Kerîm’in sevk ve idaresinden razı oluvermişlerdi. Göstermiş oldukları bağlılık ve teslimiyet neticesiyle Allâh ve Resûlü’nün sevdiğini sevip, sevmediklerinden nefret eder olmuşlardı.
Nesiller boyu bu şahsiyetleri kendilerine örnek alan kimseler Neden sahâbe? sorusuna en içten cevabı vermiştir. Çünkü onlar gibi olmazsak, onların yaptıklarını yapmazsak ve onların kaçındıkları şeylerden kaçınmazsak Rabbimiz Teâlâ bizden asla razı olmayacaktır. Bu durumu Kur’ân-ı Kerîmde şöyle ifade edilmektedir;
“Muhacirlerden ve Ensar’dan o ilkler, o önde gidenler ve bir de ihsan şuuruyla onlara tâbi olanlar var ya, Allâh onlardan razı, onlar da Allâh’tan razıdırlar. Allâh onlara, altlarından ırmakların çağladığı, içinde ebedî kalacakları cennetleri hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur.” [Tevbe: 9/100]
Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılması söz konusu olduğunda sahâbe nesli göz ardı edilemez bir unsur olarak karşımızda durmaktadır. Çünkü Kur’ân onlara inmiş, onlarsa onu anlayıp en güzel şekilde yaşamışlardır. İslâm tarihine bakıldığında görürüz ki; İslâm’ın hüküm ve sınırlarını cenk meydanlarında kahramanca muhafaza eden bu yiğitler, ilmî sahada da İslâm’ı en güzel şekilde muhafaza etmişler ve kendilerinden sonra gelen nesillere bu dînî miras olarak bırakmışlardır. Böylece onlar kurucu, koruyucu ve aktarıcı bir misyon üstlenerek İslâm medeniyeti ve düşüncesinde büyük bir etkiye sahip olmuşlardır. Onların bu etkisi daha sonraki asırlarda ortaya çıkan siyasi ve itikâdî bütün hareketlerin temelinde kendini göstermektedir. Bu nedenle sahâbe nesli, İslâm düşüncesinin, İslâm medeniyetinin ve İslâm tarihinin sağlıklı bir şekilde anlaşılması için büyük önem arz etmektedir. İşte tüm bunlar sebebiyle sahâbe bütün Müslümanlar nazarında eşsiz bir değere sâhiptirler. Her biri biz Müslümanlar için yeryüzüne inmiş birer yıldızdırlar. Kendilerini kılavuz edindiğimiz yıldızlar. Sahâbe neslinin, esasında ferd olarak diğer insanlardan farklı bir üstünlüğü olmadığı gibi, mâsum ve günahsız da değildiler. Ancak onların bu teslimiyetleri kendilerinden sonra gelen ve Allâh’ın rızasını kazanmak isteyen kimselerin onları örnek almalarına, onların sürdüğü gibi bir hayat sürmelerine sebep olmuştur.
Sahâbe kimdir?
Sözlükte “bir kişiyle birlikte bulunmak, onunla dost ve arkadaş olmak” anlamındaki sohbet kökünden türeyen sahâbe sâhibin çoğuludur. İslâm literatüründe sahâbe ile birlikte ashâb da sıkça kullanılmaktadır. Bunun tekili sahâbîdir. Sâhip ve ashâb kelimeleri lügat manalarıyla Kur’ân-ı Kerîm’de birçok âyette geçmekte, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in hicretinden söz edilirken onun arkadaşı Ebû Bekir radiyallâhu anh (li-sâhibihî), “Üzülme, Allâh bizimle beraberdir.” [Tevbe: 9/40] dediği belirtilmektedir. Yine Mûsâ aleyhisselâm ile birlikte Mısır’dan yola çıkan İsrâiloğulları’ndan da “ashâbu Mûsâ” diye söz edilmektedir. İki topluluk birbirini görünce Mûsâ’nın arkadaşları, “Eyvah yakalandık” dediler. [Şuarâ: 26/61]. Sahâbî, sahâbe ve ashâb kelimeleri İslâmiyet’le birlikte, Resûl-i Ekrem’i görüp ona inanan kimseler için kullanılmaya başlanmıştır. Resûl-i Ekrem de onlardan bahsederken; “Ashâbımdan hiçbirini çekiştirmeyin.” [Müslim: “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 221,222] buyurmuş ve “sahâbenin hayırlıları” [Müsned: I,294] gibi ifadeler kullanmıştır. Sahâbe ve tâbiîn döneminde “sâhibü’n-nebî, ashâbü’n-nebî, ashâbü Resûlillâh, ashâbü Muhammed” gibi tamlamalara sık sık rastlanması kelimenin çok erken bir dönemde terim anlamı kazandığını göstermektedir.
İlk dönemlerden itibaren birçok âlim tarafından sahâbenin çeşitli tanımları yapılmışsa da bunların bir kısmı pek çok sahâbîyi dışarıda bırakacak kadar dar, bir kısmı sahâbî olmayanları da kapsayacak kadar geniş tutulduğu için tenkit edilmiştir. Bu tanımlardan birkaçını paylaşalım;
Saîd b. Müseyyeb’in, “Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem ile bir veya iki sene arkadaşlık yapan yahut onunla bir veya iki gazveye katılan kimse sahâbî sayılır.” [Hatîb el-Bağdâdî: s. 68-69] Dediği rivayet edilmişse de bu rivayet zayıf görülmüş ayrıca Resûl-i Ekrem ile görüşüp Müslüman olduğu halde uzun zaman yanında kalmayan ve onunla birlikte savaşa katılmayan binlerce sahâbîyi kapsam dışı bıraktığı için benimsenmemiştir.
Sahâbî kabul edilmek için bulûğa ermiş olmayı şart koşan Vâkıdî’nin tarifi [Hatîb el-Bağdâdî: s. 69], Resûlullah’ı bulûğ çağından önce gören ve ondan rivayette bulunan iki torunu Hasan ve Hüseyin ile Abdullâh b. Abbas ve Abdullâh b. Zübeyr gibi genç sahâbîleri tarifin dışında bıraktığı için kabul görmemiştir.
Ali b. Medînî, Ahmed b. Hanbel ve Buhârî tarafından yapılan ve îmân edip çok kısa bir süre de olsa Resûl-i Ekrem’i görenlerin sahâbî sayıldığını vurgulayan tanımlar [Buhârî: “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”,1; Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, s. 101; İbn Hacer, Fetḥu’l-bârî: VII,5] görmeyi şart olarak ileri sürmekle âmâları dışarıda bıraktığı, İslâm üzere ölme şartını zikretmeyerek Resûlullâh ile görüştükten sonra irtidad edenleri de sahâbe olarak kapsadığı gerekçeleriyle yeterli bulunmamıştır.
İbn Hacer el-Askalânî sahâbîyi “Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e mümin olarak erişen ve Müslüman olarak ölen kimse” [el-İṣâbe: I,6] şeklinde tarif etmiştir. Daha sonra cumhurun görüşü olarak benimsenen bu tarif ışığında muhaddislerin sahâbe anlayışını şöyle özetlemek mümkündür: Sahâbî olmak için Resûl-i Ekrem’i uyanık iken bir an bile görmek yeterlidir. Kendisiyle uzun zaman beraber olmak, yolculuk etmek veya gazâya gitmek ya da kendisinden hadis rivayet etmek şart değildir. Abdullâh b. Ümmü Mektûm gibi âmâ olduğu için Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’i göremeyen, ancak onunla sohbet edenlerle Mekke’nin fethi ve Vedâ haccında olduğu gibi kendisiyle doğrudan ilişki kurarak sohbet etme imkânı bulamayan, fakat Resûlullah’ın kendilerini gördüğü kimseler de sahâbîdir. Resûlullah ile görüşüp sohbet eden bir sahâbînin Müslüman olarak ölmesi de şarttır. Müslüman olmadan önce Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’i görmekle beraber O’nun vefatından sonra İslâmiyet’i kabul eden kimselerle Resûlullâh’ın huzurunda Müslüman olduktan sonra irtidad eden ve bu hal üzere ölen kimseler sahâbî kabul edilmezler.
Hanîf dînîne mensup olup, Resûl-i Ekrem’i peygamberliğinden önce gören ve henüz peygamberlik verilmeden vefat eden Zeyd b. Amr b. Nüfeyl gibi câhiliye devri muvahhidleri -farklı görüşler bulunmakla birlikte- sahâbî sayılmazlar. Câhiliye ve İslâm dönemini yaşayıp Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem hayatta iken Müslüman olan, ancak onu göremeyen Selmân b. Rebîa el-Bâhilî, Ebû Osman en-Nehdî ve Ebû Recâ el-Utâridî gibi kimseler sahâbî değil tâbiîdir ve bu kimselere “muhadram” denir.
Sahâbî sayılmak için bulûğ çağına erişmek şart olmayıp temyiz kudretine sahip olmak yeterlidir. Kendilerini Resûlullah’ın gördüğü, yüzlerini okşadığı, ağızlarına bir şey verip yedirdiği ve kendilerine hayır dua ettiği küçük çocuklar temyiz çağına erdikten sonra onu yeniden görmemişlerse Yahyâ b. Maîn, Ebû Zür‘a er-Râzî, Ebû Hâtim er-Râzî ve Ebû Dâvûd gibi muhaddislere göre sahâbî sayılmazlar. Yeri gelmişken şunu da söylemekte fayda var ki; Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’i rüyada görmekle de sahâbî olunmaz.
Sahâbenin fazileti.
Kur’ân-ı Kerîm’in “insanlık için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet” [Âl-i İmrân: 3/110] diye tanıttığı sahâbîler ümmet içinde en değerli ve faziletli nesil kabul edilmektedir. Bu değer ve fazileti, taşıdıkları güçlü îmân ve örnek davranışları sayesinde elde etmişlerdir. Onlar, İslâm’a girdikleri ilk andan itibaren güçlü bir îmânla kabul ettikleri yeni dînîn gereklerini tam bir teslimiyetle yerine getirmişlerdir. Bu yeni dine girmeye ve onu yaşamaya zorlanmadıkları halde onların büyük bir kısmı ömrünü Resûlullâh’ın yanında geçirmiş, O’nunla savaşlara katılmış ve İslâm’ın yayılması için gayret göstermiştir. Bu süreçte İslâm karşıtları tarafından tehdit ve işkencelerle, hatta ölümle karşılaşan, yurtlarını, mallarını, eşlerini ve çocuklarını terk edip başka yerlere hicret etmek zorunda kalanlar olmuş, ancak inançlarından, Allâh’a ve Resûlüne olan bağlılıklarından tâviz vermemişlerdir. Cenâb-ı Hak ashâbı Kur’ân’da övmüş ve mutedil bir ümmet olduklarını [Bakara: 2/143], Allâh ve Resûlüne îmân edip tam teslimiyet gösterdiklerini ve büyük ecir kazandıklarını [Âl-i İmrân: 3/172,173], Allâh’ın kendilerinden, kendilerinin de Allâh’tan razı olduğunu ve ebedi kalacakları cennetin onlar için hazırlandığını [Tevbe: 9/100] bildirmiş; Allâh’a ve Resûlüne yardım eden sâdık müminler olduklarını [Haşr: 59/8], ihtiyaç içinde bulunmalarına rağmen başkalarını kendilerine tercih ettiklerini ve kurtuluşu hak ettiklerini [Haşr: 59/9], gerçek müminler olarak bağışlanacaklarını ve ahirette cömertçe rızıklandırılacaklarını [Enfâl: 8/74] haber vermiştir. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem de fedakârlıklarını birlikte yaşayarak gördüğü ashâbtan bahsederken onları “insanlık tarihinin en hayırlı nesli” [Buhârî: Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî] “ümmetin en hayırlıları” [Müsned: V,350], “cehennem ateşinin yakmayacağı kimseler” [Tirmizî: “Menâḳıb”,57], “cennetlikler” [Müttakī el-Hindî: XI,539] diye tanıtmış, ayrıca ümmetin onlara ikramda bulunmasını [Tayâlisî: s.7], iyilik etmesini [Müsned: I,26] ve kendilerini çekiştirmemesini [Buhârî: Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî] istemiştir.
Sahâbenin sayısı.
Sahâbenin sayısı hakkında kaynaklarda kesin bilgi bulunmamaktadır. Zira sahâbîler islâm’ın yayılması adına Arap yarımadasında muhtelif kabilelerin arasına dağılmış, bir kısmı yerleşik, bir kısmı göçebe olarak yaşamış, bir kısmı da yarımada dışından Medine’ye gelip Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’le görüştükten sonra geri dönmüştür. Medine döneminde Resûlullâh’ın emriyle bir nüfus sayımının yapıldığı bilinmekteyse de bunun ne zaman gerçekleştiği konusunda kesin bilgi bulunmadığı gibi sayım sonunda elde edilen rakamlar da 500, 600-700 arası ve 1500 gibi farklı rakamlarla nakledilmiştir. Hicri 8. yılında Mekke’yi fetheden orduda 10.000 sahâbînin bulunduğu rivayet edilmektedir. İmam Şâfiî, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’i gören ve ondan rivayette bulunan sahâbe sayısının 60.000 civarında olduğunu, Ebû Zür‘a er-Râzî, Resûl-i Ekrem’le birlikte Tebük Gazvesi’ne 70.000, Vedâ haccına 114.000 kişinin katıldığını, Ebû Mûsâ el-Medînî ise Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem vefat ettiğinde O’nu gören ve kendisinden hadis rivayet eden sahâbe sayısının 100.000’den çok olduğunu belirtmektedir. Bu konuda daha gerçekçi bilgilere ulaşabilmek için sahâbîlerin biyografilerine dair eserlerdeki rakamları esas almak gerekir. Bu alandaki eserlerin en kapsamlısı İbn Hacer el-Askalânî’nin el-İṣâbe fî temyîzi’ṣ-ṣaḥâbe’si olup bir sayıma göre burada 12.304 isim yer almaktadır. Ancak eserde geçen mükerrerler, muhadramlar ve yanlışlıkla sahâbî diye zikredilenler çıkarıldığı takdirde adı bilinen sahâbe sayısı 10.000’i geçmemektedir.
Sonuç.
Maalesef bize ayrılan sayfalar ve zaman gereği burada her bir sahâbenin hayatına değinemeyeceğiz. Bu yüzden sahâbe neslini gökyüzündeki yıldızlara benzetirsek sadece konumları ve parıltıları gereği Müslümanlara yön gösteren sahâbelerin hayatlarını incelemeye çalışacağız.
Bir sonraki sayıda; Ebû Bekir radıyallâhu anhın hayat hikayesinde buluşmak üzere selam ve duâ ile…
Fi emanillâh.
Minhâc Dergisi 10. Sayı | Temmuz 2024 | İbrahim Yahya
Bir Cevap Yaz