Es-Sabûr olan Allâh’u Teâlâ’nın ismi ve izniyle… Yerde ve gökte hamd, O’na mahsustur. Salât ve selâm; Sabır Nebîsi’nin, ehlinin ve ashâbının üzerine olsun.
Sabır Nedir?
Sabır kelimesi lügatte; “engellemek, hapsetmek; güçlü ve dirençli olmak” mânâlarına gelir. Ahlâk ıstılâhında ise sabır; “Allâh Azze ve Celle’nin emirleri ve nehiyleri karşısında nefsi itaate zorlamak ve başa gelen musibet anında isyandan kaçınarak dayanıklı olmak” şeklinde ifâde edilebilir. Sabır, peygamberlerin vasıflarından olan övülmüş bir ahlâk kavramıdır. Yüce dînimiz İslâm’da sabır kavramı önemli bir yere sâhibtir; zira ilerleyen sayfalarda belirtileceği üzere sabır, kul olmanın gereği olarak insâna ait bir özelliktir.
Bilinmelidir ki sabır kavramı, belirli bir denge üzere olmazsa, sevilmeyen ve çirkin görülen bir davranış olarak karşılanır. Böyle bir sabır netice olarak insânlara zillet, bayağılık ve dînde aşırılığa gitmek olarak dönebilir. Bu, Rabbimizin bizden istemediği ölçüdeki sabırdır.
El-Hakîm olan Rabbimiz bizlere emirler ve nehiyler vaz’etmiş ve yine onların tatbikinde kendi istediği üzere olmamızı istemiştir. Bu her konuda böyledir. Misal olarak Allâh’u Teâlâ kendisine îmân edilmesini emretmiş ve şirk koşulmasını da yasaklamıştır. Öyleyse bir insân Allâh’ın varlığına îmân etse ancak birliğine îmân etmese sahih îmânı gerçekleştirmiş olmaz. Çünkü Rabbimizin istemiş olduğu îmân, Allâh’ın varlığını kabul ettikten sonra tek olduğunu da kabul etmektir. Yani emredilenler, istenilen şekilde yerine getirilmediği sürece hiçbir önemi yoktur.
Bu misal, sabır kavramının diğer yönünü anlatabilmek içindir. Sabır da istendiği ölçüde yerine getirilmelidir. Aksi takdirde zararı faydasını aşabilir. Buradan çıkarıldığı üzere sabrın iki ciheti vardır, bunlar: Birincisi: “Memdûh Sabır” (övülen sabır) ikincisiyse “Mezmûm Sabır” (yerilmiş sabır).
Memdûh Sabır
Memdûh sabır, Türkçe’ye “övülmüş sabır” olarak geçmiştir. Sabır dendiği zaman ilk anlaşılan mânâ da budur. Memdûh sabırda, insânın doğru ölçü de Allâh’u Teâlâ’nın emirlerine ve nehiylerine karşı nefsi itaate zorlaması ve başa gelen musibet anında isyandan kaçınması söz konusudur. Bunlar kul olmanın gereğidir, çünkü kulluk sabırdan müteşekkildir. Örneğin, Allâh’u Teâlâ’nın: “Namazı dosdoğru kılın…!” [Bakara: 2/43] emrini, nefsin isteksizliğine rağmen yerine getirmek, sabır ahlâkıyla mümkündür. Yine Rabbimizin: “Zinaya yalaşmayın…!” [İsrâ: 17/32] yasağından, nefsin fütursuzca arzusuna rağmen kaçınmak, sabır ahlâkını edinmekle mümkündür.
Son olarak; her türlü korku, açlık, mal ve can kaybı… gibi musibetler başa geldiği zaman, isyandan kaçarak Rabbimize hamdetmek, ne olursa olsun her halde O’nu övmek, yine sabır ahlâkını edinmekle mümkündür. Rabbimiz bizleri sabredenlerden kılsın, nitekim O, sabredenleri övmüş ve müjdelemiştir: “Mutlaka sizleri; birazcık korkuyla, açlıkla, semerelerin azlığıyla, can ve mal noksanıyla sınayacağız. Sabredenleri müjdele!” [Bakara: 2/155]
Mezmûm Sabır
Mezmûm sabır, Türkçe’ye “yerilmiş sabır” olarak geçmiştir. Caiz olmayan şekilde de olsa, gelişen duruma direnç gösterilmesinden dolayı sabır olarak isimlendirilmiştir. Çirkin görüldüğü için de mezmûm olarak nitelendirilmiştir. Burada Müslüman’ın; zillete düşmesi, bayağılaşması ve dînde aşırılığa gitmesi söz konusudur. Nitekim kul, ahsen-i takvim üzere yaratılmış bir varlıktır. İyi niyet dahi olsa şerîatın uygun görmediği bu hallerden birine düşmek Müslümanlar için caiz değildir. Örneğin, bir kişinin kibir ve ucub duygularını yenmek kastıyla, başkası tarafından üzerine bevledilmesi halinde sabretmesi, kabul edilecek bir sabır değildir.
“Oysa izzet; Allâh’ın, Rasûlünün ve mü’minlerindir. Lakin münâfıklar bunu bilmiyorlar.” [Münâfikûn: 63/8]
Yahut ruhban hayatı sürüp; evlenmek, uyumak ve yemek-içmek gibi aslî ihtiyaçlardan uzak durmaya sabretmek doğru bir sabır değildir. Şerîat zaten böyle bir şeyle kulları mükellef tutmuş değildir. Ölçü, Allâh’ındır. O, nasıl dilerse öyle olur. O’nun dediği dîndir ve O’nun dediği ibâdettir. Bunun dışındakilerin Allâh indinde hiçbir değeri yoktur.
“Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık. Fakat kendileri Allâh rızâsını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar.” [Hadîd: 57/27]
Sabretmenin Hükmü Nedir?
Dînimiz İslâm’da, maslahatı koruyan beş temel hüküm vardır. Bunlar; farz, mendub, haram, mekruh ve mübâh olarak isimlendirilirler.
Hayatımızdaki her bir amelin, bu sayılan beş hükümden biriyle ilişkisi vardır. Örneğin beş vakit namaz kılmanın hükmü; farz, misvak kullanmanın hükmü; mendub, içki içmenin hükmü; haram, dedikodu yapmanın hükmü; mekruh , yeme-içmenin hükmü, mübahtır. Sabır kavramının da bu beş hükümle ilişkilendirildiği kısımları vardır. Bu hükümlerin çeşitlerini, ahlâk alanında uzman olan İmâm Gazâli rahîmehullâh’ın ve İmâm İbn Kayyim el-Cevziye rahîmehullâh’ın kitâblarından ortak alıntı yaparak açıklamak isteriz: “Haramlardan uzak durmada ve dînî görevlerin yerine getirilmesinde tahammül göstermek şeklindeki sabır farz; dînen mekruh olan şeylerden uzak durmak suretiyle gösterilen sabır mendub; can, mal ve namusunun saldırıya uğraması karşısında, ayrıca ölüm tehlikesi olan açlığa, susuzluğa katlanma anlamındaki sabır haram; bedenine zarar verecek derecedeki acılara katlanma şeklindeki sabır mekruh; dînen yapılmasında bir sakınca olmayan konularda sabır göstermek mübahtır.” [Gazâli, İhyâ: 4/151; İbn Kayyim, Sabredenler ve Şükredenler: 45]
Bunları düşünür ve doğru anlarsak görülecektir ki sabrın ölçüsü şerîattır. Bunun dışına çıkılmasında kişiler için zillet ve eza vardır.
Sabrın Önemi Nedir?
Sabır olmazsa olmaz kavramlardandır; onun önemi, insânı insân, kulu kul yapmasıdır. Sabrı olmayanın insânlığı gelişmez, insân olmayı başaramayandan da kulluk beklenmez. Sabır, insân özündeki temel bir taştır, insânlık bu taş üzerinden inşâ olur. Yine imâmların büyüklerinden bu konu hakkında büyük şeyler söylediğini görüyoruz.
Onların vardıkları sonuç; sabır insâna yakışan bir ahlâktır, o nedenle önemlidir.
İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn sâhibi İmâm Gazâli rahîmehullâh’ın kitâbında şöyle geçmektedir: “Bunu anlayabilmek için melekler, insânlar ve hayvanlar arasındaki düzenin nasıl olduğunu bilmek gerekir. Sabır bu yaratıkların içinde sadece insâna aittir. Hayvanlarda ve meleklerde bulunması düşünülmez. Hayvanlarda düşünülmeyişi onların eksik oluşundandır. Meleklerde düşünülemeyişi ise onların olgun oluşundandır. Bunu şöyle izah etmemiz mümkündür: a) Hayvanların sadece şehvetleri vardır ve onlar şehvetlerine bağlıdırlar. Onların duruşları, hareketleri, şehevi duyguları iledir. Şehvetlerine muhalefet edecek bir duyguları yoktur. Bu sebeble de şehvetlerine karşı duramaz ve sabretmezler. b) Melekler, yalnızca Allâh’a bağlı kalmak ve O’na kulluk etme gayesindedirler. Onların şehvetleri olmadığından kendilerini başka yola özendirip sabrı gerektirecek bir olayla karşılaşmazlar. c) İnsân, yaratıldığı ilk anda hayvanlarda olduğu gibi noksandır. Şehvetinden başka bir şey tanımaz. Biraz büyüdüğünde oyun oynama ve süslenme şehveti arız olur. Daha sonra evlenme isteğine ve şehvetine sâhib olur. O zamanlar kendisinde bir sabır kuvveti bulunmaz. Çünkü sabır, ters görüşlü iki kuvvetin mücadelesi anında bir tarafın gayret edip tahammül etmesidir…” [İhyâ-u Ulumi’d-Dîn 4/137]
İmâmın açıklamasından anlıyoruz ki, sabır mahlukât arasında, insâna ait bir özelliktir. Çünkü hayvanlar doğruyu ve yanlışı ayırt edebilecek bir akıl mekanizmasına sâhib değillerdir. Onlar bir şeyin yanlış olduğunu anlayıp, isteklerine rağmen onunla mücadele etme girişmişinde bulunamazlar. Meleklerde ise durum tam tersinedir. Onlar, tamamen itaate programlı olup yanlış nedir bilmezler. Şehvet duyguları olmadığı için, itaatlerini zorlayacak ve yıpratacak durumla karşılaşmazlar. Böylece her daim itaat halindedirler. Bu onları zorlayan bir durum olmadığı için sabrı gerektirmez. İmâmın dediği gibi sabır; “ters görüşlü iki kuvvetin mücadelesi anında bir tarafın gayret edip tahammül etmesidir.”
İnsânlar her iki uç kutbu da bir arada bulundurduğu için sürekli mücadele halinde olmaları gerekir. Bu mücadelede gâlib gelirlerse meleklerin derecelerini bile geçerler, mağlub olurlarsa hayvanlardan bile daha aşağıya düşebilirler. İnsânları nefislerine rağmen sabır yoluna sevk eden güç îmân gücüdür. Çünkü o, aklı ve vicdanı irşad eden mânevî mürşittir. Îmândan ötürü sabır, sabırdan ötürüde insân değerlidir. Sabrın önemi işte böyledir.
Sabır Kavramının Kur’ân ve Sünnetteki Yeri
İnsân, imtihanlarla çevrili zorlu bir yolculuktadır. Onun bu yolculuktaki en güzel arkadaşıysa sabırdır. Kulların dünyâ ve âhiret nimetlerini elde etmeleri, hayatlarını sıhhat ve saâdet içinde sürdürebilmeleri, sabredebilmelerine bağlıdır. Başta hastalık, stres, ruhî bunalım, kavga, geçimsizlik, uyumsuzluk, itaatsizlik ve başarısızlık gibi şeyler hep sabırsızlığın sonucudur. Hayatımıza yön veren Kur’ân-ı Kerîm ve onun şârihi niteliğinde olan Sünnet-i Seniyye sabır kavramını insânın temel ahlâkı olarak ele almış ve bu kavramı emretmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de Emredilen Sabır ve Şekilleri
İbâdette Sabır
Allâh Azze ve Celle bizleri ancak kendisine ibâdet etmemiz için yaratmıştır. İbâdetin aslı, kulun Allâh Azze ve Celle’ye itaat ederek boyun eğmesidir. Çünkü yerine getirilmesi istenen her bir amel, emir niteliği taşır. Emredileni yerine getirmekte emir sâhibine itaat etmektir. İtaat de ancak sabırla gerçekleşir. Ve bir defalığına değil bütün ömrümüz boyunca bizden itaat/ibâdet üzere olmamız istenmiştir. Allâh’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Yakîn (ölüm) sana gelinceye kadar Rabbine ibâdet et” [Hicr: 15/99]
Bu âyet-i kerîmeyi düşündüğümüzde, sabır kavramının büyük bir rızık olduğunu anlarız. İbâdetlerin zorluklarına rağmen, nefsi itaate zorlamak, şeytânın hilelerine karşı şuurlu bir şekilde direnmek, Rabbimizin rızâsını gözeterek emirlerine tutunmak sabretmenin bir sonucudur.
Sabır üzere ibâdet ehli olmamızı isteyen Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’inde şöyle buyurmaktadır: “O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir. O halde sabır ve sebat ile O’na ibâdet et! O’nun adını almaya layık başka birini biliyor musun?” [Meryem: 19/65]
Burada iki emir vardır; birincisi O’na ibâdet etmek, ikincisi ise emredileni yerine getirirken sabretmek. Böylece itaat gerçekleşmiş ve zıttı olan isyan terkedilmiş olsun. “Farzları tamamlayan şeyler de farzdır” kaidesince; eğer ki farz olan bir ibâdet, sabretmekle yerine getirilmiş olacaksa, ona sabretmek de farzdır. Rabbimiz bizleri sabredenlerden kılsın, Allâhumme âmin.
Günah İşlememekte Sabır
İnsânın fıtratında günahlara karşı ilgi duyma vardır; buna nefis denir. Nefis, bir şeyin sonucunu düşünmeden arzu edilenin yerine getirilmesini ister. Ona göre doğru-yanlış ayırımı yoktur. Akıl güçlü olursa nefsi uyarır ve arzu edilen şeyin doğru olmadığını söyler. Eğer, akıl müdahale edemez veya gâlib gelemez halde olursa, kör nefis kişiyi helake götürür. Eğer gâlib gelir ve onu durdurabilirse helak olmaktan kurtarır.
Aklın müdahale edememesi; iflas etmiş olmasındandır. Gâlib gelememesi ise, tehlikeyi fark edebilecek varlıkta olsa da nefse gâlib gelemeyecek kadar da zayıflıkta olmasındandır. İşte burada aklın dostu olan sabır dediğimiz kurtarıcı devreye girer ve akıl gâlib gelir. Tıpkı bir süvari gibi, serkeş nefsi kontrol altına alır ve nefsin enerjisini itaat yoluna yönlendirir. Nefsi, göremediği tehlikelerden kurtarır ve onu terbiye eder. Artık onu zafere koşturur.
Rabbimiz bir âyet-i kerîmesinde şöyle buyurmaktadır:
“Allâh ve Rasûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra zayıflarsınız ve zaferi elden kaçırırsınız. Sabredin, kuşkusuz Allâh sabredenlerle beraberdir.” [Enfal: 8/46]
Âyetî kerîme, bizlere öfke anında sabretmemiz gerektiğini öğretiyor. Aksine sabretmez ve nefsin arzusuyla hareket edersek, zayıflığa ve mağlubiyete uğrayacağımızı haber veriyor. Öfke, nefsin bir amelidir.
Nefis ise aklı örter, ancak sabır kuvvetinden faydalanılırsa kötü sonuçtan korunmuş olunur. Burada akıl olarak isimlendirdiğimiz şeyi îmân olarak da isimlendirebiliriz. Hakikattir ki zaten aklı olanlar îmân ederler. Bunun zıttın da olanların hali ise ehlince malûmdur. Özetle itaat üzere devam etmek sabrı gerektirdiği gibi, Allâh ve Rasûlü’nün nehyettigi tüm günahlardan korunabilmek için de sabır gerekmektedir. Rabbimiz bizleri hakkıyla sabredenlerden eylesin, Allâhumme âmin.
Belâ ve Musibet Karşısında Sabır
Hayatımız içerisinde imtihan edildiğimiz durumlardan birisi de belâlar ve musibetlerdir. Yüce kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm bu konuya ışık tutmuş ve sabrı tavsiye etmiştir. Başta peygamberler olmak üzere insânların çoğu belâ ve musibet ile imtihan edilmişlerdir. Belâların ve musibetlerin en ağırlarıysa Peygamberlerin başına gelmiştir. Onlar hallerine sabrederek bizlere en güzel örnekliği teşkil etmişlerdir.
İnsânın başına gelen her bir durum kaderin bir sonucudur. Kader, Allâh Azze ve Celle’nin sonsuz ilmiyle olacakları bilip Levh-i Mahfuz’a yazması ve vakti saati geldiğinde de yazılanların meydana gelmesini irâde etmesidir. Yani başımıza gelenlerin hepsi ancak Allâh’ın dilemesindendir. Öyleyse kadere îmân eden herkesin tevekkül ederek sabretmesi gerekir. Rabbimiz bir âyet-î kerîmesinde şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Bize Allâh’ın yazdığından başkası isabet etmez. O, bizim Mevlâ’mızdır. Mü’minler ancak ona tevekkül etsinler.” [Tevbe: 9/51]
Burada anlaşılması mühim olan mesele şudur; kişinin başına gelenler ya elleriyle yaptıklarının karşılığıdır ya da Rabbimizden gelen bir imtihandır. Bunlar, belâ ve musibetin gelme sebebleridir.
a) İmtihan: Rabbimiz, bazen insânın özündeki kulluğun meydana çıkması, kemâlatının artması veya kulun kendisine şâhid olması için türlü şekillerde belâya maruz tutar. Bu durumda kuldan sabretmesini ister. Eğer kul sabrederse kulluğunu ispat etmiş olur. Rabbimiz de onu en güzel nimetlerle müjdeler. Peygamberlerin başlarına gelen belâ ve musibetler bu cihetten incelenirler. Bununla ilgili Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Mutlaka sizleri; birazcık korkuyla, açlıkla, semerelerin azlığıyla, can ve mal noksanıyla sınayacağız. Sabredenleri müjdele!” [Bakara: 2/155] “İnsânlar, denenip imtihandan geçirilmeden, ‘îmân ettik’ demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar?” [Ankebût: 29/69]
b) Günahların karşılığı: Bazen de kul yapmış olduğu bir hatanın karşılığı olarak musibete tabi tutulabilir. Rabbimiz kuluna merhamet ederse yaşadığı musibeti onun günahına kefaret kılar ve bu iş ile onu âhiret azabından kurtarır. Dilerse de sadece cezalandırmak için kulu musibete uğratır.
Kişinin hangi tarafta olduğu sabredip etmemesinden anlaşılabilir. Kul, sabreder ve günahına tevbe ederse muhakkak bağışlanır. Ancak kul sabretmez ve isyanını artırırsa, Rabbimizin intikamına düçar olur. Nihâyetinde kulun başına gelenler elleriyle kazandıkları yüzündendir. Rabbimiz şöyle buyurur:
“Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle kazandığınız günahlar sebebiyledir. Bununla birlikte Allâh o günahların çoğunu yine de affediyor.” [Şûra: 42 /39] “Sana isabet eden iyilik Allâh’tandır. Sana isabet eden kötülük kendindendir. Biz, seni, insânlara rasûl olarak gönderdik. Şâhid olarak Allâh yeter.” [Nisâ: 4/79]
Kur’ân-ı Kerîm’de sabrın birçok çeşidinden bahsedilmektedir. Biz burada en önemlilerini anlatmakla yetindik. Sabır, bu dünyâda kula ikrâm edilmiş büyük nimetlerdendir. Rabbimiz bizlere sabrın her çeşidini kolaylaştırsın ve bizleri müjdelenenlerden eylesin, Allâhumme âmin.
Sünnet-i Seniyye’de Sabrın Yeri
Peygamberimiz aleyhisselâm her güzel ahlâkın mümessilidir. O, bizzat Rabbimiz Teâlâ tarafından ahlâklandırılmıştır. Rabbimiz ona peygamberlikten önce güzel ahlâk vermiştir. O, vahyin buyruğunu hayat peteğinden süzüp bize sunan bir Sabır Nebîsi’dir. Yine o, sabır kavramını hayatının her karesinde bize uygulamalı öğreten muâllimdir: “Andolsun ki Allâh’ın Rasûlünde sizin için en güzel örnek vardır.” [Ahzab: 33/21]
Peygamberimizin Hayatından Sabır Örneklikleri
Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem, hayatının her köşesinde sabır kavramıyla karşılaşmış ve onu yol arkadaşı edinmiştir. Çocukluğundan yetişkinliğine, Peygamberliğinden vefatına kadar sabrı gerektiren birçok olaylar yaşamıştır. Yetimlik, fakirlik, sevdiklerini kaybetme, sevdikleri tarafından dışlanma, evlat acısı, tehdit, suikast, sürgün, hicret… Sabır Nebîsi aleyhiselâm, Rabbimizle kurulan dostluk bağından sonra, hiç bitmeyen bir düşmanlığı üzerine çekmiştir.
Kendi yaşadığı zamanda ve bizim yaşadığımız şu zamanda hem insân şeytânlarından hem cin şeytânlarından hiç bitmeyen düşmanları vardır: “İşte böyle! Biz bütün peygamberlere insân ve cin şeytânlarını düşman kıldık.” [En’âm: 6/112]
Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, kendi dönemindeki görünür ve görünmez düşmanlarını sabır silahıyla yenmiştir. Bizlere de bunu miras bırakmıştır. Peygamberimizin sabır kuvvetiyle üstesinden geldiği birçok meseleler vardır. Onlardan birkaçını burada paylaşalım, inşallâh.
Allâh Yolunda Dâvette Sabretmesi
Ezdî, şöyle anlatmaktadır: “Babamla birlikte (câhiliye) haccı yapıyordum. Mina’ya gelip konaklayınca bir toplulukla karşılaştım. Babama: ‘Bu cemâat ne için toplanmış?’ Diye sordum. Babam: ‘Kavminin dînini terk etmiş olan şu kişi için’ dedi. Işâret ettiği tarafa bakınca Rasûl-i Ekrem aleyhisselâm’ı gördüm: ‘Ey insânlar! Lâ ilâhe illallâh, deyiniz de kurtulunuz!’ diye sesleniyordu. İnsânlardan kimi onun yüzüne tükürüyor, kimi başına toprak saçıyor, kimi de ona sövüp sayıyordu. Öğleye kadar bu hâl devam etti. O sırada bir kız, içinde su bulunan bir kap ve elinde bir mendil olduğu hâlde geldi. Ağlıyordu. Fahr-i Kâinât aleyhisselâm kabı alıp sudan içti, elini yüzünü yıkadı. Başını kaldırıp: ‘Yavrucuğum, yakanı başörtünle ört! Baban hakkında, tuzağa düşürülüp öldürülecek ve zillete uğrayacak diye korkma!’ buyurdu. Bunun kim olduğunu sorduk; ‘kızı Zeyneb’ dediler.” [Heysemî: 6/21]
İnsânların Kabalığına Sabretmesi
Abdullâh b. Mesûd radîyallâhu anhu şöyle anlatır: “Huneyn Savaşı’nda elde edilen ganimetleri taksim ederken, Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem bazı kişilere diğerlerinden fazla hisse verdi. Akra bin Hâbis’e yüz deve, Uyeyne bin Hısn’a da bir o kadar verdi. Arapların ileri gelenlerine de o günkü taksimde biraz fazla pay verdi. Bunun üzerine bir kişi: ‘Vallâhi bu taksimde hakkaniyet yoktur, Allâh rızâsı da gözetilmemiştir!’ dedi. Ben de: ‘Allâh’a yemin ederim ki, ben bunu Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem’e söyleyeceğim.’ dedim. Gittim, adamın söylediklerini anlattım. Bunun üzerine Rasûlullâh’ın mübârek yüzü, üzüntüden kıpkırmızı kesildi. ‘Allâh ve Rasûlü de adâlet etmezse, hiç kimse adâlet etmez.’ buyurdu ve şöyle devâm etti: ‘Allâh, Mûsâ’ya rahmet etsin. O bundan daha ağır bir imtihana mâruz kalmıştı da, sabretmişti.” [Buhârî, Edeb, 53]
Sabır Darbenin İlk Anındadır
Enes b. Mâlik radîyallâhu anhu anlatıyor: “Peygamberimiz aleyhisselâm bir kabrin başında ağlamakta olan kadına rastladı ve: ‘Allâh’tan kork ve sabret.’ dedi. Kadın: ‘Git başımdan, başıma gelen musîbeti sen yaşamadın!’ diye cevâb verdi. Peygamber’i tanımıyordu. Kendisine, onun Peygamber olduğu söylendi. Bunun üzerine kadın Peygamber’in kapısına gitti, kapıda bekleyen herhangi bir görevli de yoktu. ‘Seni tanıyamadım’ dedi. Rasûlullâh aleyhiselâm da: ‘Sabır, ancak (musibetin) başa geldiği ilk andadır’ buyurdu.” [Buhârî, Cenâiz, 31]
Sabrın Müslümanlara Etkisi
Sabrın memdûh ve mezmûm olan yönlerinden bahsetmiştik. Etkisi de aynen kendi cihetinden olacaktır. Övülen sabır güzel bir etki oluşturacakken, yerilmiş sabır da kötü bir etki bırakacaktır. Biz burada ferdî ve ictimâî olarak sabrın iyi etkisini ele alacağız:
1) Sabrın Müslümanlar Üzerindeki Ferdî Etkisi
Kontrollü Davranmak ve Stresten Uzak Olmak: Sabır, ferdin; menfî durumlarda baş etme yeteneğini artırır. Zorluklar karşısında duygusal dengeyi korumaya yardımcı olarak, stresle başa çıkmaya olanak tanır. Kısacası sabır, hayat kalitesini düşüren duygusal atakları düşünce mekanizmasından uzak tutar.
Disiplinli Olmak ve Akıllıca Hareket Etmek: Sabır, ferdin; disiplinle hareket etmesini ve olaylara usul çerçevesinden bakabilmesini sağlar. Özellikle uzun soluklu planlarda disiplin ve sabitenin bozulması olası bir ihtimaldir. Sabır, koyulan usûl ve kaideleri bozmadan sebât üzere kalmaya yardımcı olur.
Doğru Karar Alabilmek: Sabır, ferdin; korku, telaş ve hüzün gibi aklı örten kötü etkenlerin, karar alma eylemine müdahale etmelerine engel olarak, doğru karar almayı sağlar. Çünkü, insân olağanüstü durumlarda akıllıca hareket edemez ve bu durum ona olumsuzluk olarak geri döner. Kararlarımız, geleceğimizdir. Sabır geleceğimizi koruyan güzel bir etkendir.
Huzuru Artırmak: Sabır, ferdin; kendisiyle, çevresiyle ve hayatla barışık yaşamasını sağlar.
Sürekli her şeyi sorgulamak ve eleştirmek yerine, Allâh’ın kaderine yazdıklarını kabul etmeye yönlendirir. İnsân, gücünün yetmeyeceği bir şeyle mücadele etmeye kalktığında yenik düşer ve bu onun huzursuzluğuna sebeb olur. O nedenle kişi, sabırla içsel huzuru yakalar.
Kişisel Gelişimi Sağlamak: Sabır, ferdin; kişisel gelişimine katkıda bulunur ve olgunluk seviyesini artırır. Güven veren insânların bir özelliği de tahammül derecelerinin yüksek olması ve sabretmeleridir. Bu, onları toplumun lideri olma vasfına bile götürebilmektedir. Acelecilikse kişilerde hafiflik ve kaygı oluşturur, bu ise onları güvensiz kılar. O nedenle gelişmenin ilk adımı sabretmektir.
2) Sabrın Müslümanlar Üzerindeki İctimâî Etkisi
Dayanışmanın Artması: Sabır, ictimâî olarak; kriz zamanlarında toplumun birbirine karşı anlayışlı davranmasını sağlar ve dayanışmayı artırır. Güçlü zorluklar, bazen iç çatışmaya sebebiyet verebilirler. Açlık, kriz ve savaş gibi durumlarda toplum birbiriyle dayanışması halinde olursa, zorluklar aşılabilir. Bunun da sabırla olması mümkündür.
Sakin Topluluğun Oluşması: Sabır, ictimâî olarak; gerginliği kontrol altına alan, sakin bir topluluğun oluşmasını sağlar. Sabır seviyesi az olan insânların en ufak meseleleri bile büyütüp problem haline dönüştürebilmeleri olanaklıdır. Bu durumda insânlar çözüm yoluna gitmez ve kargaşaya sebeb olurlar. Bunu aşmak sabırla mümkündür.
Adâletin Sağlanması: Sabır, ictimâî olarak; adâletin yüksek olduğu bir topluluğun oluşmasını sağlar.
Toplumun emniyetini bozan birçok etken adâletle çözülebilir. Özellikle toplumun yöneticilerinin adâletli olması elzemdir. Karşılaştığı durumlarda, olay kendi lehine ya da aleyhine de olsa adâletli olması gerekir. Adâlet ise sabrı gerektirir.
Eğitim Seviyesinin Yükselmesi: Sabır, ictimâî olarak; eğitim-öğretimi yüksek seviyede olan, gelişmiş bir toplum oluşmasına katkı da bulunur. İster fennî olsun ister şer’î olsun, ilim elde etmenin ilk şartı sabredebilmektir. Çünkü, ilim öğrenmek içerisinde maddî-mânevî zorlukları barındırır. Bunun üstesinden gelmekte sabırla mümkündür.
Vahdetin Oluşması: Sabır, ictimâî olarak; vahdet toplumunun oluşmasını sağlar. Vahdet, tevhîd ehli Müslümânların ictimâî alandaki yerine getirmeleri farz olan bir durumdur. İnsî ve cinnî şeytânlar, Müslüman toplulukları dağıtıp gücünü kırabilmek için özellikle tefrikadan/ayrılıktan beslenirler. Bu bağlamda sabır, Müslümanlar arası safları sıklaştıran ve şeytânların büyüsünü bozan bir araçtır. Öyleyse sabretmek, Müslüman topluluklara farzdır.
Sabır Kavramının Ramazan Ayı ile Bağı
Ramazan ayı, mü’minler için bir rahmet, bağışlanma ve yeniden doğuş ayıdır. Bu ayda şeytânlar zincirlenir ve melekler yeryüzüne akın ederler. Nefisler de itaatle yoğrulup sabırla terbiye edilmek için fırsat bulurlar.
Bu ay içerisinde yapılan ibâdetler farklı bir mânâ kazanır. Tevbeler kabul edilir, dereceler yükseltilir ve duâlara icâbet edilir.
O, sanki koca bir yılın, bir aylık i’tikâfı gibidir. Çünkü bu ayda daha çok ibâdetlerle meşgul olunur. Böyle düşünenler için Ramazan ayı, kaçınılmaz bir fırsat ayıdır.
Ramazan ayı, oruç ibâdetiyle simgeleşmiştir. Çünkü Rabbimiz bu aya özel her gün oruç tutmayı farz kılmıştır. Oruç; kişinin imsaktan iftara kadar midesini ve şehvetini arzu ettiklerinden uzak tutmasıdır. Ancak bu orucun maddî kısmıdır. Mânevîyât kısmında ise oruç; kişinin yeme-içme ve şehevî arzularını terbiye eden sabır eylemidir.
Sabır, nice zorlukları kolay kılan ve nice uzak zaferleri yakınlaştıran altın bir kavramdır. Dünyevî olsun uhrevî olsun her başarılı şahısların madenlerinde sabır taşlarından bulunmaktadır. Ramazan ayı da bu değerli taşları parlatan sabır atölyesidir, tabiri caizse.
Kul, bu ayda İslâmî ve insânî bir şekil alması için sabır mengenesine tabi tutulur. Ve her gün kalbine; damla-damla, tane-tane takvâ suyu işler. Kalbe dolan takvâ, gözlere de oruç tutturur onu harama bakmaktan korur. Kalbe dolan takvâ, dile de oruç tutturur ve onu haram konuşmaktan korur. Kalbe dolan takvâ, kulaklara da oruç tutturur ve haram dinlemekten korur… Bunlar sabrın sonucudur. Ramazan ayı, sabrın yurdudur. Sabır ne büyük nurdur.
Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Ey îmân edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı. Umulur ki takvâ sâhibi olursunuz.” [Bakara: 2/183]
Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem ise şöyle buyurmaktadır:
“Oruç, sabrın yarısıdır.” [İbn Mâce, Siyam 4]
Ramazan ayı, takvâ ve sabır ayıdır. Bunlar, kulun en büyük azıklarıdır. Bizler biliyoruz ki akıbet muttekilerindir. Ve yine bizler biliyoruz ki Allâh sabredenlerle beraberdir, onları müjdelemiştir.
Rabbimiz, bizleri de sabır ve takvâ ile kuşattığın, himayene aldığın ve müjdelediğin kullarından eyle! Allâhumme âmin. Âmin diyenlere hayırlı Ramazanlar diyor ve nice Ramazan’lardan çokça faydalanmalarını diliyorum.
Ayrıca Ramazan vesîlesiyle bu kardeşinize de duâlarınızda yer ayırmanızı dilerim.
Selâm ve duâ ile…
Minhâc Dergisi 1. Özel Sayı | Mart 2024 | Enes Lütfü