Bir ve tek olup hiçbir şerîki olmayan Allâh Azze ve Celle’nin adıyla… Allâh’a hamd, Rasûlü’ne salât ve selâm olsun.
Fitnelerin gittikçe arttığı bir zaman dilimine şâhid olmaktayız. Şüphe ve şehvet fitneleri oldukça yaygınlaşmış, insanlığı her yönden kuşatmış durumdadır. Bundan sebep, kişilerin fıtratları bozulmuş, dinleri erozyona uğramıştır. Bu fitneler, bir sel gibi muvahhid Müslümanların üzerine de akmaktadır. Ancak selin şiddeti ne kadar çok olursa olsun Müslümanlar’ın, İslâm üzere sebat etmeleri kaçınılmazdır.
İslâm üzere sebat edebilmek için de birtakım vesilelere ihtiyaç vardır. Bu vesileler pek çoktur. Ancak husûsen, sâlih zâtların kıssalarını bilmek, sebatkâr olabilmek için oldukça etkilidir. Allâh’u Teâlâ bu kıssalar ile kulların kalblerine sebat vermektedir. Bu minvalde bizler de sâlih bir zâtın hayatından bahsedeceğiz, inşallâh.
Bakışlarımızı Asr-ı Saâdet’e çeviriyoruz. İşte huzurlarımızda Ashâb’ı Gûzin. Her biri, gökteki birer yıldız gibi nasıl da parlıyor. Allâh’ı ve Rasûlü’nü en çok seven o seçilmiş nesil… Allâh hepsinden razı olsun. Ancak aralarında bir zât var ki, siyah bedeninden çıkan bembeyaz nurlar gözlerimizi alıyor. Asırlar öncesine ait bir nur bu, mesafe tanımaksızın yanımıza kadar uzanan… Evet, bu nurun sahibi, Rasûllulâh aleyhisselâm’ın müezzini, Bilâl bin Rebah radîyallâhu anhu. Dininden asla taviz vermeyen, tağutları o meşhur ‘ahad’ sözüyle yerle bir eden tevhîd müdâvimi… Asırlar geçmiş olsa da ismi altın harflerle yazılı olan, o mübârek tevhîdin sesi olan müezzin…
Bilâl radîyallâhu anhu Kimdir?
Bilâl radîyallâhu anhu’nun, İslâm öncesindeki hayatına dair pek fazla bilgiye sahip değiliz. Ancak rivâyetlere göre, Cumahoğulları kabilesinde dünyaya gelmiştir. Câriye olan annesinin adı Hamâme, köle olan babasının adı ise Rebah’tır.
Fiziki özelliklerinden bahsedecek olursak: Bilâl radîyallâhu anhu, siyah tenli, sık ve siyah saçlı, seyrek sakallı, zayıf yapılı ancak uzun boylu, tok ve güzel sesli bir kimseydi. Ahlâki özelliği olarak da şunları zikredebiliriz: O, tevazu ehli biriydi. Kendisine övgüler sunulduğunda “Ben ancak bir Habeşî’yim. Düne kadar da bir köleydim” der, boynunu eğer, gözyaşlarını tutamazdı. Bu hâller ancak, güzel ahlâka sahip, rikak ehli birinden tezâhür edebilir. Yoksa nasırlaşmış kalp sahipleri, ağlamayı pek beceremezler.
Bilâl radîyallâhu anhu’nun Müslüman Oluşu
Allâh’u Teâlâ, Bilâl radîyallâhu anhu’nun kaderini, Mekke’de, Benî Cumah kabilesinde, bir köle olarak yazmıştı. Mekke’nin ileri gelenlerinden olan Ümeyye bin Halef’in kölesiydi Bilâl. Tıpkı diğer köleler gibi, çok monoton bir hayatı vardı. Belki de yaptığı en özel şey, efendisinin develerini gütmekti. Çünkü Bilâl, develerle beraberken bir köle değil efendiydi.
Son zamanlarda Mekke’de, alışılmadık haberler duyuluyordu. Muhammed (aleyhisselâm), bir peygamber olduğunu ve kendisine tâbi olmayanların cehenneme gireceğini söylüyordu. Bu durum, Kureyş’in huzurunu epeyce kaçırmıştı. İnsanlar aralarında konuşuyor, birbirlerine naklediyorlardı. Bilâl radîyallâhu anhu’da, efendilerine ve onların konuklarına kulak misafiri oluyordu. Kin ve nefret kokan konuşmalara şâhid oluyordu. Özellikle de Ümeyye bin Halef, Muhammed aleyhisselâm’ın gıyabında, ağzından salyalar saçan kuduz bir köpek gibi havlıyordu.
Lâkin insanlar, Muhammed aleyhisselâm’ı kötüledikleri kadar, O’nun mükemmel şahsiyetini itiraf etmek zorunda kalıyorlardı. Kimse, Muhammed’in (aleyhisselâm) şerefini, eminliğini, doğruluğunu inkâr edemiyordu. İşte Bilâl radîyallâhu anhu’nun dikkatini çeken şey de buydu. Bilâl, bir köle olabilirdi ancak muhakeme yeteneğini yitirmemişti. Söylentileri her yönüyle, özgürce düşünebiliyordu. Çünkü zalimler, her ne kadar bedenlere hükmetse de kalplere ve düşüncelere hükmedemezler.
Bilâl radîyallâhu anhu, olup bitenleri akıl terazisinde tartıyordu. Her tefekküründe Muhammed’e (aleyhisselâm) ayrı bir muhabbet duyuyordu. Bir kalbi olduğunu anımsamaya başladı Bilâl. Ve yüce Allâh’ın nimeti olan hidayet, onu bulmuştu. Daha fazla dayanamadı ve derhal Rasûlullâh aleyhisselâm’ın yolunu tuttu. Elhamdulillâh, Bilâl artık bir Müslümandı. O küçücük kalbine, koskoca îmânı sığdırmıştı. Paramparça etmişti kalbindeki esaret zincirlerini. Asırlar boyu unutulmayacak hikâyesinin temelini atmıştı.
Çok kısa bir süre sonra efendileri, Bilâl radîyallâhu anhu’nun îmân ettiğini öğrendiler. Ümeyye bin Halef derhal harekete geçti. Bilâl’i yeni dininden bir şekilde döndürmeliydi. Şeytanın, ona vurduğu zincirler boğazını sıkmış olsa gerek, Ümeyye’nin suratından ateş püskürüyordu. Nasıl olurdu da Habeşli olan bu köle İslâm’ı seçebilirdi?
Diğer mustazaf Müslümanlar gibi Bilâl’de imtihanlardan payını almaya başladı. En ağır işkencelere maruz kalıyordu. Sıcağın en şiddetli anında kumlara yatırılıyor, acımasızca darp ediliyordu. Boynuna zincirler vuruluyor, çocukların elinde, Mekke sokaklarında gezdiriliyordu. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi, belki de ancak birkaç kişinin taşıyabileceği kayalar, Bilâl’in üzerine koyuluyordu. Bütün şeytanlar, âdeta Ümeyye’nin göğsünde düğümlenmişti. Gözünü sebebsiz bir öfke bürümüştü. İşkenceler sırası bir an eğildi Bilâl radîyallâhu anhu’nun kulağına ve dedi ki: “Lât ve Uzzâ’yı zikret, tüm bu işkenceler sona ersin”. Buna cevaben Bilâl radîyallâhu anhu, o yüzyıllar boyu yankılanacak kelimeleri terennüm etti: “Ahad, Ahad!”
Oysa kalbiyle inanmadığı halde, diliyle o kâfirlerin dediğini söylemiş olması, îmânına bir zarar vermeyecekti. Nitekim bunu yapan kardeşleri olmuştu. Ancak, tüm insanlık için bir örnek olacaktı onun direnişi. Zayıf bir köle dedikleri Bilâl, kayaların altında, tağutlarla dalga geçiyordu. İşkenceler arttıkça, yüreği ağzında çarpıyordu mübareğin: “Ahad, Ahad!”
Bilâl radîyallâhu anhu, iblisin kölelerine özgürlüğünü haykırıyordu: “Ahad, Ahad!” Çünkü o, asıl köleliğin şirk olduğunu çok iyi biliyordu. Tevhîd ise özgürlüktü, kula kulluğu reddedip sadece Rabbe ram olmaktı.
İşkenceler yoğun bir şekilde devam ederken, ansızın Ebu Bekr radîyallâhu anhu çıkageldi. Ve Bilâl’i beş ukiyye karşılığında satın aldı. Cellâtlar Ebu Bekr’e: “Eğer bir ukiyye bile verseydin kabul ederdik” dediler. Oda karşılık olarak: “Eğer yüz ukiyyeden aşağı olmaz deseydiniz yine de kardeşimi satın alırdım” dedi.
Bilâl radîyallâhu anhu artık hürdü. İslâm’ını istediği gibi yaşayabilirdi. İnsanlığın efendisinin yanında hizmetkâr olabilirdi. Nitekim öyle de yaptı. Vakit kaybetmeden bu nimet pınarından yudumlamaya başladı.
Fetih Günü
Abdullah bin Ömer radîyallâhu anhu der ki: “Resul-i Ekrem, Mekke’nin fethi gününde, Mekke’nin yüksek tarafından bir deve üzerinde geldi. Üsame b. Zeyd, Bilâl ve Osman b. Talha da yanlarındaydılar.” [Buhârî]
Bilâl radîyallâhu anhu, yıllarını Rasûllâh aleyhisselâm’ın yanında geçirmişti. Fetih gününde de Rasûlullâh aleyhisselâm ile Mekke’ye girme şerefine nâil oldu. Mekke fethedilmişti. Müşrikler şaşkınlık, Mü’minler ise sevinç içindeydiler. Bilâl’e, Kâbe’nin üzerine çıkıp ezan okuması emredildi. Ve ezan okunuyordu. Dikkatler Bilâl’e kesilmişti. Herkes, bir zamanlar kayaların altında işkence çeken o Habeşî köleyi dinliyordu. Onlarca isim varken, Kâbe’nin üzerinde ezan okumak ona nasip olmuştu. Hani buyuruyor ya Rabbimiz: “Sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir.” [Zümer: 39/10] diye… Bilâl radîyallâhu anhu da sabrının mükâfatını henüz dünyadayken almıştı. Allâh’u Teâlâ, onu izzetli kılmıştı. Rabbimiz ondan râzı olsun.
Ayrılık Vakti
Âlemlere rahmet olan Rasûl’i Zîşân efendimiz, dünyaya gözlerini yummuştu. Müslümanlar artık yetimdi. Yüreği yanıyordu ümmetin, özellikle de Bilâl radîyallâhu anhu’nun… Ondan ezan okumasını istediler. Birkaç gün okumaya çalışsa da başaramadı. Artık kalp sancıları dayanılmaz bir hâl alınca, Rasûlullâh’ın Halifesi’nden, Şam’a gitmek için izin istedi. Halifemiz Ebu Bekr, istemeyerek de olsa, ona izin verdi. Artık Bilâl radîyallâhu anhu, ömrünün geri kalan kısmını Şâm diyarında geçirecekti.
İbni Kesir der ki: “Rasûlullâh vefat edince Bilâl savaşmak için Şam’a gitmiştir. Kendisinin, Ebu Bekir’in hilafeti boyunca müezzinlik yaptığı söylense de doğru ve meşhur olan görüş, birinci görüştür.” [İbni Kesir; El-Bidâye ve’n-Nihâye]
Ey muvahhid ve muvahhide kardeşim!
Sırf, Allâh’ı tevhîd ettikleri için, selefimizin geçirdiği zorluklara şâhid olduk. Burada, şu ayet-i kerîmeyi zikretmek bize hak oldu: “Yoksa siz; sizden öncekilerin durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” [Bakara: 2/214] Îmân bir iddiadır, isbat gerektirir. Bizler, tevhîdi kabul etmiş Müslümanlar olarak biliyoruz ki, hayatımız boyunca imtihanlarla karşılaşacağız. İşte bu zorluklar karşısında, Bilâller olup ‘ahad’ diyerek İslâm üzere sebât edebilmek, îmânımızın isbatı olacaktır. Nice mükâfatlar sabredenlerindir, inşallâh.
Nakıs olan cümlelerimizi, Rabbimizin bize öğrettiği şu duâ ile sonlandırmak istiyoruz:
“Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sâbit kıl ve şu kâfir kavme karşı bize yardım et.” [Âli İmrân: 3/8]
Selâm ve duâ ile…
Minhâc Dergisi 4. Sayı | Ocak 2023 | Ali Eren