Azîz ve Celîl olan Allâh’ın ismiyle…
Tarihi değerlendirirken, sebeb-sonuç ilişkisi içerisinde ele almak gerekir. Şayet böyle yapılmazsa, elimizdeki bilgiler bizler için hikmetten uzak, yüzeysel bilgiler konumunda gözükebilir. Bu bilgiler, zihnimizde parça parça olup, zihnimizi de parçalar. Parçalı bir zihin ise, görülmesi gerekeni göremez. Tarihi olayların iç yüzlerini, arka planlarını ancak sebeb-sonuç ilişkisini anladığımızda anlayabiliriz. Şunu da unutmamak gerekir ki; bazen sebeblerden yola çıkarak sonuca varırız. Bazen de bir sonuç, birçok farklı şeylerin sebebi olabilir.
Böyle bir girişten sonra; bu sayımızda “Siyerden Mesajlar” bölümümüzde Nebimiz aleyhisselâm’ın Tâife gidişini işleyeceğiz. Tâif günleri bizler için önemli. “Neden?” diye soracak olursak, deriz ki: “Çünkü Nebimiz için önemli idi. O’nun için önemli olan, elbette ki bizler içinde önemlidir.” Önemli olanın önemine binaen, biz de o günleri bu yazımızda ele aldık. Faydalı olur, inşallâh.
Tevhîd Dâvetiyle Ayrışanlar:
Tarih incelendiğinde görülecektir ki, tarih boyunca insânlar, sürekli olarak farklı sebeblerden ayrışmışlardır. Ancak meseleyi inanç yönünden; hak ve bâtıl olarak iki kısımda incelediğimizde, insânlar hakkın ve bâtılın taraftarları olarak iki kısma ayrılırlar. Bu tarih boyunca hep böyle olmuştur.
Onlara selâm olsun tevhîd elçileri, tevhîd dâvetiyle kavimlerine gidip “Allâh’a kulluk yapın” dediklerinde ilk olarak kavmin önde gelenleri bu hak dâvete karşı çıktılar. Öncelikle homurdandılar, sonrasında ise dâveti ve dâvetçiyi yok saymak için ellerinden ne geliyorsa yaptılar. Tevhîd dâvetini, avam kesime “tehlikeli bir dâvet!” olarak sunarlarken, dâvetçiye de her türlü kötü yakıştırmayı yapmaktan geri durmadılar. Sünnetullâh gereği, benzer şeyleri Peygamberimiz aleyhisselâm’da yaşadı.
Rabbimiz, hak ve bâtılın ayrışmasını istediğinde göklerin emini ile yerlerin eminini buluşturdu. Arayış mağarası Hira’da gelmeye başlayan âyetlerle insânlar ayrıştı ve kıyamete kadar da ayrıştıracaklar. Gelen âyetlerle, bir toplum öncelikle iki kısma ayrıldı, sonrasında da hak ve bâtılın amansız mücâdelesi başladı. Mustazafların müstekbirlerle mücadelesinde maddi gücü elinde bulunanların mustazaflara tavrı farklı işliyordu. Baskı, işkence, ambargo, tehdit ve sonunda da gelen katliamlar. Tarih boyunca zâlim müstekbirlerin, mazlum mustazaflara yaptıklarının özeti bunlardan ibarettir.
Mekke’nin şeytanî iktidarını ayakta tutan, tevhîd dâvetine ve dâvetçisine karşı çıkan farklı kabilelerden birçok isim vardır. Bu insânlar, tevhîdin karşısında şirkin taraftarları oldular. Kimisi eceliyle öldü, kimisi savaş meydanlarında öldürüldü, kimisi ise tevhîd dâvetini kabul etti. Tevhîd dâvetinin önünde set olup, insânların tevhîdi kabul etmemesi için ellerinden geleni yapanlar sonunda pişman oldular. Ölenler, ebedî bir pişmanlıkla pişman olurken, tevhîdi kabul edenlerse daha önce yaptıklarına pişman oldular.
Bu dün olduğu gibi bugünde böyledir. Tevhîdin taraftarları kazanırken, şirkin taraftarlarıysa nedamet ehli olacaktırlar.
Tâif Günleri:
Tarih: Nübüvvetin 10. yılı, aylardan Şevval.
Tevhîd dâvetinin insânlara ulaşması, kabul edenlerle tevhîd medeniyetinin kurulması için “nur kandili” yola çıkıyor; yanında azatlı kölesi ve evlatlığı olan Zeyd b. Harise ile birlikte.
İstikâmet: Tâif.
Çağları aşıp, çağrısı çağları mayalayacak olan tevhîd dâvetine bir şehir gerekiyor. Tevhîd sancağını taşıyacak, muvahhîdleri kucaklayacak, medeniyetin merkezi olacak bir şehir. Bu şehir Tâif olabilir miydi? Demek ki, göklerin habercisi Cibril-i Emin gelerek “olamaz!” dememişti. Demek ki, âlemlere rahmetin yaşayacakları vardı, diğer tevhîd elçileri gibi. Sonradan buyuracaktı Nebimiz aleyhisselâm; “en şiddetli belalar nebilere gelir” [Tirmizi] diye.
O da tevhîd dîninin son dâvetçisi olarak bu zorlukları çekiyordu. Seneler sonra Âişe vâlidemiz ile konuşmasından bugüne dâir bilgiler alıyoruz.
Âişe validemiz: “Ey Allâh’ın Rasulü! Uhud gününden daha kötü bir gün yaşadın mı? diye sorduğunda, Rasûlullâh aleyhisselâm anlatmaya başlar: “Senin kavminden neler çektim neler! Onlardan en kötü olanı hayatımın en zor günü olan Tâif’te başıma geldi. Ben, Abdu Yaleyl b. Abdi Külal’e İslâm’ı arz etmek için başvurduğumda beni kovdu. O kadar üzüldüm ki, adeta kendimde geçmiş olarak geri döndüm. Karnussealib’e nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Ancak orada kendime geldim. Başımı havaya kaldırdım. Baktım ki bir bulut beni gölgeliyor. Cibril’de onun içinde duruyordu. Cibril bana: ‘Allâh, kavminin sana söylediklerine ve sana yaptıklarına şâhit oldu. Bunun için istediğini kendisine emredesin diye benimle birlikte dağlar meleğini gönderdi’ dedi. Cibril’in sözünden sonra dağların meleği bana seslendi. Bana selâm verdi ve: ‘Ey Muhammed! Dilediğini yaparım. İstersen onların üzerine Ebu Kubeys ve el-Ahmer dağlarını kapatırım’ dedi. Ben de: ‘Hayır! Umarım ki Allâh, onların neslinden Allâh’a kulluk eden, Allâh’ı birleyen ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler çıkarır’ dedim.” [Buhari, Müslim]
Bilindiği üzere Uhud Günü, Nebimiz aleyhisselâm ve Mü’minler için çetin bir imtihan günüdür. Müslümanların şehidleri vardır. Hatta şehidlerin efendisi, Rasûlullâh’ın amcası Hamza radîyallâhu anhu da o gün şehid edilmiştir. Diğer şehidler gibi ona da müsle yapılmıştır. Müsle, yani onun ve diğer şehidlerin çeşitli azalarını kesmişlerdir. Bunu gördüğünde Nebi aleyhisselâm’ın hissiyatını bir düşünün. Elbette bu çok ağır bir durumdur. O gün, Efendimiz de yaralanmıştır. Müslümanlar çok zor zamanlar geçirmişlerdir; ancak Tâif günleri Uhud Günü’nden dahi daha çetin bir gün olmuştur.
Hükümlerin illetleri ve hikmetleri olur. Cihadın da birçok gerekçesi, şartları, sınırları vardır. Cennet, kılıçların gölgelerinde iken, hakkı söylemekte İslâm’da “cihadın efdali” olarak adlandırılır. Uhud’da kâfirlerle fiili cihad olan kıtalı yerine getiren Nebimiz aleyhisselâm, Tâif’te de mücâhid bir Peygamber olarak, zâlimlere hakkı beyân ederek, onları tevhîde dâvet etmiştir.
İslâm, insânlık dînidir. Ümmeti Muhammed’de insânlık için çıkarılan en hayırlı ümmettir. Sözlü ve fiili olarak cihadda bir nevi insânları kurtarma mücâdelesidir. Tevhîd dâvetçileri bu kurtarma faaliyetlerinde insânların helak olmasından ziyâde, onların kurtulmaları için ömürlerini vermişlerdir. Ağızlarından çıkacak bir sözle, bir kavim helak olabilecekken, onların nesillerini düşünüp, kurtulmalarını isteyebilen geniş gönüllere sahibtir, tevhîd dâvetçileri. Onlara selâm olsun.
Peygamberlerin hayatlarına baktığımızda, işlenen cürümlerden geri dönüş olmadığında, şirk ve zulüm son noktaya vardığında, farklı birtakım sözler söylediklerini ve yaptıklarını görebiliriz. Ancak o zamana kadar sürekli el-Hâdî olana yönelmişlerdir. Aslında bu tüm Ümmet-i Muhammed’in ders alması gereken önemli bir bakış açısıdır. “Allâh’ım kavmimi bağışla onlar bilmiyorlar.” [Buhari] “Allâh’ım kavmime hidâyet et, onlar bilmiyorlar” [Buhari] diyerek bilmediklerini öğretmeye çalışan bir büyük muallimden de alınacak çok büyük dersler var.
Peygamberimiz aleyhisselâm, Tâif’e gittiğinde öncelikle Sakif kabilesinin önde gelenleriyle görüştü. Bunlar; Amr bin Ümeyye es-Sakafinin oğulları olan Abdu Yaleyl (az önce ismi geçmişti) Mesud ve Habib kardeşlerdi. Nebimiz aleyhisselâm, onlara kurtuluş dâveti olan tevhîdi sundu. Âlemlerin Rabbinin dîni olan İslâm’ı onlara arz etti.
Bu hak dâveti kabul etmelerini, Allâh’ı birleyip, şirkten vazgeçmelerini ve kendisini desteklemelerini istedi. Ancak mustazafların üzerinde otorite kurup, şirk sisteminden beslenenler için bunları kabul etmek kolay değildi ve kabul etmediler. Kabul etmedikleri gibi tevhîd dâvetçisine karşı sert davrandılar, onunla alay ettiler. Nebimiz aleyhisselâm, onlara: “Ne yaparsanız yapın ancak benim hakkımda konuşmayın. Sessiz olun. Burada konuştuklarımı Mekkelilere söylemeyin” diyerek oradan ayrıldı. Ancak Mekkeliler durumdan haberdar olacaklardı.
Sonrasında Nebi aleyhisselâm, o bölgedeki diğer eşraf ve önde gelenlerle görüşmeler yaptı. Tabiri câizse, çalınmadık kapı bırakmadı. On gün boyunca dâvetini sabırla ve ısrarla yaptı. Ne hazin ki, nasibsizlere bir Peygamberin dilinden dökülenler çokta bir şey ifade etmiyordu. Onlar, şirkin bataklığında boğulanlar olarak mutluydular! Dâvete “hayır!” diyenler, tevhîd dâvetçisine “şehrimizi terk et!” dediler. Cennete çağıran bir Nebi ayaklarına kadar gelmişken, bu dâvete sırt çevirdiler. Bununla da kalmayıp, Nebimiz aleyhisselâm şehri terk ederken ayak takımını peşlerine taktılar ve O’nu taşlattılar. İşte bunlardan sonra Cibril aleyhisselâm Dağlar Meleği ile geldi.
Bir düşünün, Mekke’den Tâif’e zorlu bir yolculuk, arkasında tek tek insânlarla görüşmeler… Alaya alınmalar, hakarete uğramalar ve en sonunda da taşlanarak şehirden çıkarılma. Gerçekten de çok ağır bir durum. Pek çok insân, bu durumları yaşadıktan sonra elinde ne imkân varsa karşı tarafa saldırmayı, onları püskürtmeyi, hatta yok etmeyi düşünür. Ancak âlemlere rahmet olan hidâyet elçisi bir Peygamber, yapılanlara karşı beddua ile karşılık vermek yerine hayır dua ile karşılık verebilir. Bu da bizlere gösteriyor ki; tevhîd dâvetçileri, kendileri için değil, dâvaları için hareket ederler. Nebimiz aleyhisselâm da öyle yapmıştır.
Tevhîd dâvasının önderi, arınmışların lideri, büyük gönüllü insân, insânlardan intikam almak gibi bir düşünceye kapılmaz. O, kendisine görevi veren Rabbine yönelir. Şehirden çıktıktan sonra Tâif’e üç mil uzaklıktaki Rebiaoğullarından Utbe ve Şeybe kardeşlerin bağına uğradığında orada bir müddet durur. Rabbine iltica eder:
“Allâh’ım! Güçsüzlüğümü, çaresizliği ve insânların nazarlarında düştüğüm hor ve hakir durumu ancak Sana arz ve şikâyet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen zor ve sıkıntılı durumda olanların Rabbisin. Benimde Rabbim ancak Sensin. Beni kimlerin eline bırakıyorsun? Sen, beni zalim bir düşman eline düşürmeyecek, onları bana hüküm geçirtecek bir konuma getirmeyeceksin.
Ey Rabbim! Benim üzerime çöken bu musibet ve eziyetler, eğer Senin bana karşı kızdığından ve öfkenden değilse, çektiğim bunca sıkıntıya hiç aldırış etmem. Hepsine tahammül ederim. Yine de Senden bana gelecek bir sığınmaya çok ihtiyacım var. Hem bu dünyada hem de ahirette Senin o karanlıkları aydınlatan nuruna sığınıyorum.
Ey Rabbim! Sen hoşnut oluncaya kadar Senden af diler, tevbe ve istiğfarda bulunurum. Biliyorum ki, güç ve kuvvet ancak Sendendir.” [İbn Hişam]
Bir iltica, iltica eden ve iltica edilen arasında… Bir sığınma, sığınan ve sığınılan arasında. Aslında bu metinler tekrar tekrar okunmalı. Belki her bir okuyuşta farklı bir rahmet, zihinlerimizi ve gönüllerimizi aydınlatır. Her ne olursa olsun buradan da görüyoruz ki, her iltica ve sığınma aracısız olarak iltica edilen ve sığınılan yegâne güç ve kuvvet sâhibine yapılmalı. Biz, burada ve daha birçok yerde Nebimizden bunu öğreniyoruz.
Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in dilinden yansıyan hakikat pırıltıları aslında bir büyük mütevekkilin sözleri. Eğer iltica edilen zat razıysa, kullar da “Rab olarak Sen’den razıyız” cümlesini dillerinden hallerine kazırlar. Rabbimiz ki, hiçbir zaman O’na kızmayan, O’na darılmayıp, O’nu terk etmeyendir. Rabbimiz ki, O’nu dünyadakinden çok daha hayırlı bir hayata erdirendir. Ehli îmânda, her şart ve koşulda tevekkülü sözden öze, dilden hale geçirebilirse kazanacaktır.
Bu duanın akabinde, orada bulunan Hrıstiyan bir köle olan Addas’ın Nebi aleyhisselâm ile görüşmesine şâhit oluyoruz. Körler ve sağırlar diyarında bir gören ve duyan çıkıyor, Nebimizin önüne. Binlerce anlamayana karşı, hakikati anlayan bir tek insân. Sadece bir kişi. O da köle. Heyhat! Hakikat, ne çoklukla, ne makam-mevki ile, ne de zenginlikle ölçülür. Öyle olsaydı Tâif’liler haklı, Nebimiz aleyhisselâm ise haksız olurdu. Haşa! O gün Nebinin elini, ayağını öpmekle şereflenen Addas için bugün Tâif’te “Addas Mescidi” mevcuttur. Ya O’nu yalanlayanlar, kovanlar ve taşlayanlar, onlarınsa birçoğunun adlarını bile bilmiyoruz.
Nebimiz aleyhisselâm, Batn-i Nahle’ye geldiğinde, sabah namazını kılarken, cinlerden bir Tâife kelâmullahı işittiler ve hak dâveti kabul ettiler. Âlemlere rahmet, insânların Peygamberiyken, Rabbimiz O’na bir ümmet daha verdi. Celâl ve ikram sâhibi olan, Tâif sonrasında yine nübüvvetin 10. yılında, Nebimize İsrâ ve Miraç ile tekrar ikram etti. O Allâh ki, (tüm hamdler O’nadır) kendisinden razı olup, kendisini razı etmeye çalışanlara ikramı bol olandır.
Bitirirken:
Zorlukların Peygamberi tüm ömründe zorluklarla karşılaştı durdu. O, hepsine tahammül etti. Her zorluktan sonra bir kolaylık yaratan Rabbimiz, Habibinden her dâim razı oldu. Bizler de senden razıyız, ey Allâh’ın Rasulü! Ey seçilmişlerin seyyidi, sana selâm olsun! Havz-ı Kevser’inde seninle buluşmayı uman kardeşlerinden, sana binlerce selâm…
Minhâc Dergisi 2. Sayı | Temmuz 2022 | Hakan Emin