«
  1. Anasayfa
  2. 15. SAYI / EKİM 2025
  3. Ahlâkî Kavramlar – 5

Ahlâkî Kavramlar – 5

lily-valley-bouquet-with-alarm-clock-eyeglasses-laptop-blue-office-desk-Kurtarıldı

Âlemlerin Rabbine hamd, O’nun ahlâkı azîm Nebî’sine, güzide âline ve ashabına salât ve selâm olsun. Rabbimizin izni ve ismiyle sözlerimize başlıyoruz. Değerli okurlarımız! İkram sahibi Rabbimizin izniyle dergimizin 15. sayısında yine sizlerle birlikteyiz. Silsile hâlinde ahlâkî kavramları tanıtmaya başlamıştık. Bu yazımızda da serimize devam ediyoruz. Rabbimiz bize ve bizden sonrasına, okuyana ve yaşayana hayırlı ve faydalı eylesin. Allâhumme âmîn.

Gayret bizden, tevfîk en-Nasîr olan Rabbimizdendir.

(29) Ülfet:

Ülfet, toplumsal düzen ve ahenk, bağları güçlendiren birlik, beraberlik ve ictimaî kaynaşmayı ifâde eder. Ülfetin zıttın da ise tek başına kalarak ayrışmayı, böylece dağılıp parçalanmayı, birbirine sırt çevirip birbirinden koparak zıtlaşmayı görebiliriz.

İnsân, ictimâî bir varlıktır, bundan dolayıdır ki insânlar birbirileriyle görüşürler. Bu görüşmeler eğer İslâmî çerçevede olursa karşılıklı olarak bireyler için faydalıdır. İnsân, etkileyen ve etkilenen varlıktır. İslâm ahlâkıyla donanmış kişiler örneğin; peygamberler insânlarla ünsiyet kurmuşlar ve onları müsbet yönde etkilemişlerdir.

İslâm’da ruhbâniyet yokken Müslüman bir kul da halkın arasında Hak ile olma gâyesiyle insânlarla ünsiyet kurar. Bir hadîs rivayeti şöyledir: ‘‘Mü’min, ülfet eden ve ülfet edilendir. Ülfet etmeyen ve ülfet edilmeyen kimsede ise hayır yoktur. İnsânların en hayırlısı insânlar için hayırlı/yararlı olanıdır.’’ [Beyhakî]  

Nebîmiz aleyhisselâm, sahabesinin içerisinde oturur, onlarla sohbet eder ve onları dinlerdi. Dışardan gelen bir kimse, şayet kendisini tanımıyorsa onu ayırt edemezdi.  Nebîmiz aleyhisselâm onlardan biri gibiydi. Onlara her zaman vakit ayırır, onlar için fedakârlık yapar, hastalarını ziyaret eder, vefat edenlerin cenazesine katılır, sorulara cevaplar verir, dertlilerin sorunlarını çözerdi.

Ülfet kahramanı olan Nebîmiz aleyhisselâm nifak ehli için; “Kibirlidirler, ne onlar başkalarıyla, ne başkaları onlarla ilişki kurabilir.” [Ahmed] buyurmuşken; mü’mini de “ülfet ehli” olarak vasıflandırmıştır. Ayrıca hayır ile ülfeti birbirine bağlamış ve ülfet ehli olmayanda hayır bulunmadığını ifâde etmiştir. “Mü’min, başkasıyla hoş geçinen ve kendisiyle hoş geçinilen kişidir. İnsânlarla güzel geçinmeyen ve kendisiyle güzel geçinilmeyen kimsede hayır yoktur.” [Ahmed] Kibirli, bencil, riyâkar, hasetçi ve cimri insânlar mânevi yönden hastadırlar ve bu hastalıkları insânlarla ülfet kurmalarına mâni olur.

Ülfet, insânlar arasında sevgi ve saygı bağlarını kurar; var olanları ise daha da sağlamlaştırır. Sevgi, ülfetin mayasıdır. Maya olmadan sütün yoğurt olması düşünülemediği gibi, sevgi olmadan da ülfet gerçekleşmez. Nebîmiz aleyhisselâm, îmânın kemâli için muhabbet/sevgi şartını ifâde etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz kendisi için sevdiğini (dîn kardeşi) için de sevmedikçe îmân etmiş olmaz.” [Buhârî, Müslim]

Güçlü bir mü’min nasıl Allâh’a daha sevimliyse, ülfet bağlarıyla güçlü bir İslâm toplumu da Rabbimize daha sevimlidir. Ülfet bağı kurulamayan bir toplumda hased ve düşmanlık baş gösterir. Öyle ki bu hased ve düşmanlık, vücudu hasta edip çökerten mikroplar gibi sürekli toplumu yer bitirir ve sonunda o toplum güvenilmez ve yaşanılmaz bir hal alır ve çöker.

Birlikte yaşamanın belirli sorumluklar yüklediğini bilmeyen bir insâna, öncelikle ülfet kavramı açıklanmalıdır. Tabi ki bu teoridedir. Bunun ardından da ülfet hayâta aksedilmelidir. Bunun en güzel örnekliğini sahabe-i kiram yerine getirmiştir. Nebîmiz aleyhisselâm, kendisi duâ ettiği gibi sahabesine de; “Allâh’ım, kalplerimize ülfet ver, aramızı düzelt.” [Ebû Dâvûd] diyerek ülfet için duâ öğretmiş, onlarda hem dilleri hem de halleriyle ülfet fedâileri olmaya çalışmışlardır.

Ülfet, İslâm toplumunda kardeşlik şuuruyla da alakalıdır. Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Allâh’u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse iki kardeşinizin arasını düzeltin ve Allâh’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” [Hucurât: 49/10] Görüldüğü üzere âyette kardeşliğin bir gereği olarak mü’minlerin aralarının düzeltilerek ülfetin sağlanması zikredilmiştir. Yine bir hadîste toplumsal ülfet için yapılması gerekenleri Nebîmiz aleyhisselâm şöyle sıralamıştır: “Birbirinizi kıskanmayın, nefret etmeyin, sırt çevirmeyin, birbirinize düşman olmayın. Ey Allâh’ın kulları! Kardeş olun!” [Buhârî, Müslim]

Ülfet, insânlara belirli ödevler ve vazifeler yükler. Kıskanmama, sırt çevirmeme, düşmanlık yapmama onlardandır. Yine yardımlaşma da onlardan bir başkasıdır. Mü’minler iyilik ve takvâ üzerinde birbirlerine yardımcı oldukları gibi, günah ve düşmanlıkta ise birbirlerine yardımcı olmazlar aksine engellemeye çalışırlar. Zira Rabbimizin emri açıktır. “İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allâh’tan korkup-sakının.”  [Mâide: 5/2] İyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşmak ülfeti sağlar, günah, düşmanlık ve haddi aşmada yardımlaşma ise kalpleri ayırır ve toplumu böler. Ayrıca Nebîmiz aleyhisselâm da “muahat” adı verilen hususî bir kardeşlik oluşturmuştur. Uhuvvet, ülfetin tesisi için gereklidir. Zira kardeşliğin hakikî mânâda gerçekleşmesi, uhuvvetin kalplerde ve toplumda kök salması ancak ülfetle mümkündür.

Müslüman, hayır ve fayda insânıdır. O, diliyle ve eliyle emindir. Kendisinden insânlar hatta hayvanlar bile hayır umarlar. Günün birinde Nebîmiz aleyhisselâm sahabesine hitâben; “Size en hayırlılarınızı ve en şerlilerinizi haber vereyim mi?” diye sordu. Bir adam; “Evet ey Allâh’ın Rasûlü!” deyince Nebîmiz aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Sizin en hayırlılarınız, hayrı umulan şerrinden emin olunan kimselerdir. En şerlileriniz hayrı umulmayan, şerrinden emin olunmayan kimselerdir.” [İbn Hibban, İbn Ebî Şeybe] Hayrı isteyen bir kulda hayrın yayılması için halkın arasında olup ünsiyet kurması gerekir. İslâm toplumu, ülfet ve ünsiyet toplumudur. Nebîmiz aleyhisselâm’ın mescidini hatırladığımızda İslâm toplumunun nesli birbirileri ile ünsiyet kurduğunu görmekteyiz. Öyleyse bugünde muvahhîdler ünsiyet kurulacak yerler açmalı ve oralara sahib çıkılmalıdırlar.

Cahiliye dönemi; karışıklıklar, fitneler ve haksız yere kan dökülen harpler, darpler dönemidir. Nebîmiz aleyhisselâm ile birlikte “ülfet dönemi” başlamış ve o ülfet nesilden nesile, asırdan asıra yayılarak devam etmiştir. Ülfet nimeti, tüm nimetler gibi Rabbimize aittir. Bu gerçeği Rabbimiz şöyle ifâde eder: “Hep birlikte Allâh’ın ipine sımsıkı sarılın; parçalanmayın. Allâh’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmandınız da O, kalplerinizi birleştirmişti. O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz.” [Âl-i İmrân: 3/103] Cahiliyede Arab yarımadasında ırkçılık çok yaygındı. Hatta kabile ırkçılığı dahi vardı. Aynı kabileden olmayanlar birbirlerine karşı üstünlük taslarlar, düşmanlık yaparlardı. Evs ve Hazrec uzun yıllar birbiriyle çatışan iki Arap kabilesiydi. Ancak İslâm aralarındaki ayrılığa son verdi ve onların kalplerini birbirine bağlayarak, onları kardeş kıldı. Daha sonra onlar “ensar” ismini aldılar. Bu da Rabbimizin onlara bir ikramıydı. Âyet-i kerîmede şöyle geçmektedir: “Eğer yeryüzünde olan her şeyi sarf etsen bile, sen onların kalplerini uzlaştıramazdın, ama Allâh onları uzlaştırdı. Doğrusu O, güçlüdür, hakîmdir.” [Enfâl: 8/63]

(30) Vefâ:

Vefâ, insânın yapılan anlaşmaları ve görevleri yerine getirmesi üzerine, hakkı geçenlerin haklarını iade etmek gibi mânâlara gelir. Vefâ, enbiyânın ahlâkıdır. Müslüman bir Muvahhîd, Nebîmiz aleyhisselâm’ın önderliğinde vefâlı olmaya çalışır. Hayâtı incelendiğinde, O’nun da diğer peygamberler gibi “vefa peygamberi” olduğunu görürüz. Örneğin; O yaşarken de, vefat ettiğinde de Hatice validemizin hakkını gözetmiştir. Hatice validemizin vefatından sonra bile onu unutmamış, ondan hep hayırla bahsetmiş, onun yakınlarına ve arkadaşlarına, onun hatırına ikram etmiştir.

Yine o, bir zaman kendisine iyiliği dokunmuş bir müşrik olan Mut’im bin Adî’yi unutmayarak; Bedir esirlerini, o olsaydı ve onlar için af dileseydi, onun hatırına onları affedeceğini söylemiştir. Zira Nebîmiz aleyhisselâm, Taif dönüşünde Mut’im’in himayesinde Mekke’ye girmişti. Bizlerinde bir müşriğin yaptığını unutmayan ve unutturmayan Nebîmiz aleyhisselâm’ın ahlâkından alacağımız çokça dersler vardır.

Rabbimiz, hakkı açıklayan kitâbında birçok yerde verilen sözlerin, yapılan anlaşmaların yerine getirilmesini istemişken, Nebîmiz aleyhisselâm da her zaman ve her yerde ahde vefa göstermiştir. Onun bu halini gören sahabeleri de vefâ peygamberinden vefâyı öğrenmişlerdir. Onlar, Rablerine karşı vefalıyken, O’nun kullarına karşı da vefâlı olmuşlardır. Anlaşma ve sözleşmelerde, ölçüde ve tartıda, hayâtın içerisinde her nerede bir ahid varsa yerine getirmişler, hak sahibine hakkını iade etmişler ve böylece “övülen nesil” olmuşlardır. Bugün de “övülen insân” olabilmek, o nesli ihsân üzere takip etmekle mümkündür. 

Vefayı katleden nesiller, tekrar başa dönerek Nebîmiz aleyhisselâm’ın örnek hayâtını ve ahlâkını öğrenmeli, O’nun yetiştirdiği güzide talebeleri tanımalıdırlar. Örneğini kaybedenler örneksiz nasipsizlerken, Müslüman’ın örneği ve önderi bellidir. Süflî hayâtlar yaşayanlardan ulvî kişilerin öğrenecekleri hiç bir hayır yoktur. Müslümanlar, hayırlıların ardınca hayırlı insân olmaya çalışmalı; Rabbimizin; “Şüphesiz ki Allâh hainleri sevmez.” [Enfal: 8/58] buyruğundan korkarak Hâlık’a ve mahlûka karşı ihanetin ve hainliğin her çeşidinden kaçınmalıdırlar. 

(31) Gayret:

Gayretin pek çok ve geniş anlamları vardır. Gayret, dünyâ ve ahiret için gösterilen tüm çabaları kapsar. Müslüman, tek hayâtlı değildir; o iki hayâtlıdır ve iki hayâtı için de çalışır, gayret eder. Ulvî ve helâl gâyeler peşinde gayretli olmak övülmüş bir vasıfdır. Bu vasıf ayrıca tüm peygamberlerin de vasfıdır. Onlar, hem dünyevî hem de uhrevî şeyler için gayretkeş olmuşlardır. Müslümanlar da onların izlerinden gitmelidirler.

Dünyâ, bir imtihan yurdudur. Bu imtihan yurdunda insân varlıkla da yoklukla da sınanır. Varlık ayrı bir imtihanken, yoklukta başlı başına bir imtihandır. Sebepler darında yokluktan varlığa çıkmak çoğunlukla çalışıp gayret etmekle mümkündür. Herkese çalıştığının karşılığı vardır. “Ve insân için kendi çabasından/çalışmasından başka bir şey yoktur.” [Necm: 53/39 ]

Tembellik ederek oturanlar, hayâta uyumaya geldiğini sananlar yaptıkların amellerin karşılığını daha bu dünyâda iken alırlar. Sünnetullâh odur ki çalışan kâfir bile olsa bu dünyâda karşılığını alır. Dünden bu güne ehli küfür, küfürden projeleri uğruna çalışıp gayret etmiş, gecesini gündüzüne katmıştır. Şu an geldikleri noktada ise insânoğlunun başına bela olmuşlardır. Hal böyleyken Müslümanların oturması, yatması, horul horul uyuması doğru mudur? Hesap gününün sahibine verilecek hesabı hatırlayan bir mü’min nasıl rahat bir tavır takınabilir? Allâh’ın rızası doğrultusunda, İslâm’a ve ümmete hizmet etmeyi hedefleyen Müslümanlar az değil, çok gayretli olmak zorundadırlar.

Tabi ki Muvahhîd bir Müslüman, sadece dünyâsı için çalışmaz; o, ebedî yurdu için de çalışır, çabalar ve gayret eder. Ancak dünyevî uğraşlar, Allâh yolunda ise hem dünyâda, hem de ahirette önümüze çıkacak hayırlı çabalardır. Dünyâ, ahiretin tarlasıdır. Ahiret yurdu ise dünyâda gayret edenlerin yurdudur. Dünyâda helâl kazanç peşinde koşan bir mü’min, îmân ettiği ahireti kazanmak için de yorulmalıdır. Ömrünü salih amellerle süslemeli ve bu amellerle Allâh’ın rızasını kazanmayı ummalıdır. “Amel sahibleri böylesi bir kazanç için çalışmalıdır.” [Sâffât: 37/61] Dünyâda çalışanlar, çalıtıklarının karşılıklarını alırlarken, ahirette karşılığını alacaklarsa salih amellerle hayâtını îmânına şahit kılanlar olacaktır.

“Allâh’ın sana verdiğinden âhiret yurdunu kazanmaya bak ve dünyâdan nasibini unutma! Allâh sana ihsân ettiği gibi, sen de insânlara ihsânda bulun. Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışma! Şüphesiz Allâh bozguncuları sevmez.” [Kasas: 28/77]

(32) Recâ:

Recâ, her türlü zorluk ve darlık zamanlarında yeise düşmeyip Allâh’ın yardımını talep ederek nefis genişliğine sahib olmaktır. Recâ, insânı yılgınlıktan korur. Ümitvar olan bir kişi ne kadar sıkılsa, ne kadar daralsa da amacına ulaşıncaya kadar gayret eder. Recâ, seçilmiş elçilerin ahlâkî özelliklerindendir. Kavimleri onlardan yüz çevirmelerine ve onlara ezâ ve cefâ verip onları reddetmelerine rağmen onlar ümitvar olmuşlardır. 

Nebîmiz aleyhisselâm’ın hayâtı, sabrın, metanetin ve tevekkülün en zirve örnekleriyle doludur. O, Allâh’ın yardımı ve rahmetine olan sarsılmaz inancıyla, karşılaştığı en zor imtihanlarda dahi asla ümitsizliğe düşmemiştir. Mekke’de uğradığı maddî ve mânevî zulümler, müşriklerce dışlanması, hakarete uğraması, açlık çekmesi, sevdiklerinin kaybetmesi ve nihayetinde gelen hicreti… Tüm bu yaşanan hâdiseler, normal bir insânın dayanma gücünü aşacak cinsten hâdiselerdir. Ama O, tüm bunlara sabretmiş, yeise düşmemiş ve Rabbinin nasrını her zaman beklemiştir. Hicret esnasında Ebû Bekir radıyallâhu anhu ile birlikte Sevr Mağarası’na sığındıklarında, mağara arkadaşı Ebû Bekir radıyallâhu anhu endişeye kapılarak; “Ey Allâh’ın Rasûlü! Şayet onlardan biri ayaklarının ucuna baksa bizi görecek.” dediğinde recâ peygamberi; tevekkül ve recâ ile cevâb vererek; “Üzülme! Şüphesiz ki Allâh bizimle beraberdir.” [Tevbe: 9/40] buyurmuştur.

Bu söz, sadece bir teselli cümlesi değil, kâmil îmândan kaynaklanan teslimiyetin bir ifâdesi ve göstergesidir. Zira Rabbimiz, kendisine güvenen kullarını hiçbir zaman yalnız bırakmaz. Bu kıssanın ardından denilebilir ki; recâ, bir müminin kalbinde en dar zamanlarda bile çağlamalı; sebepleri yerine getirdikten sonra kul, Rabbine tam bir teslimiyetle teslim olmalıdır.

Yine Kur’ân’da geçen, Firavun ve ordusunun İsrailoğulları’nın peşine düşme kıssasını hatırlayalım. Firavundan kaçarken yakalandıklarını sanan İsrailoğulları büyük bir korkuya kapıldılar. Önlerinde aşılmaz deniz, arkalarında ise azgın bir ordu vardı. Bu çaresizlik anında, yeise düştüler ve; “Gerçekten yakalandık!” [Şuarâ: 26/61] dediler. Onlar için her şey bitmiş gibiydi. Zahiren kurtuluş için hiçbir sebep göremiyorlardı. Fakat o anda, yine recânın zirve şahsiyetlerinden Mûsâ aleyhisselâm, Rabbine olan sarsılmaz teslimiyetiyle şöyle dedi: “Hayır! Şüphesiz Rabbim benimle beraberdir, bana mutlaka bir çıkış yolu gösterecektir.” [Şuarâ: 26/62]

Bu söz de recânın, tevekkülün, teslimiyetin ve Allâh’a olan yâkîn îmânın bir göstergesidir. Mûsâ aleyhisselâm, zorluğun en karanlık anında bile ümitsizliğe kapılmamış, kalbinde Rabbine güvenini daima diri tutmuştur. Bu tevekkülün ardından Allâh’u Teâlâ, hiç kimsenin aklına gelmeyecek bir mucize ile denizi yararak İsrailoğulları’na bir çıkış yolu açmıştır. Rabbimiz buyurdu ki; “Bunun üzerine Mûsâ’ya; ‘Asân ile denize vur!’ diye vahyettik. Derhal deniz yarıldı, her bir parçası koca bir dağ gibi oldu.” [Şuarâ: 26/63] Bu kıssa bizlere kulların yeise düşmeden recâ ehli olmaları gerektiğini göstermektedir. Kul, aciz ve zayıftır ancak çaresizlik celbedicidir ki; o, Rabbimizin nasrını/yardımını celbeder. Hakikî tevekkül ise sözde değil özde kalben teslimiyet göstermekledir. Ve unutulmamalıdır ki; yeis kapılarını kapayana, recâ kapısı ardına kadar açılır. O kapıdan giren kul içinse Rabbimiz çıkış yolları yaratır.

Müslümanlar da şartlar ne kadar ağır olursa olsun “Rabbimiz bizimledir” demeli ve her daim ümitvar olmalıdırlar. Zorluklar aşılmak içindir. Müslüman her zorluktan sonra bir kolaylık olduğunda îmân eder ve kolaylığa erinceye kadar ümit ile zorluğa sabreder. ‘‘Karamsarlıkta hayır yoktur, hayrın tamamı recâdadır’’denilmiştir. Yeis yok eder, recâ ise var eder. Yeis ehlinin teslimiyeti ve tevekkülü yok olur. Bunlar yoksa nasrullâhta yoktur.

Bir Müslüman yine Allâh’ın rahmetinden asla ümidini kesmemelidir; zira Rabbimiz; ‘‘Allâh’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.’’ [Zümer: 39/53] buyurmuştur. O’nun emri baş-göz üzerinedir. Yine başka bir âyeti kerîmede ise; ‘‘Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allâh’ın rahmetinden ümidini kesemez.’’ [Yûsuf: 12/87] buyrulmuştur. Bizler, teslimiyet göstererek, tevekkül sahibi olup, O’nun nasrını umarak, recâ ile bir hayât yaşamalıyız. Rabbim nasip eylesin. Allâhumme âmîn.

(33) Nasr:

Nasr, yardım, destek mânâsına gelen Arapça bir kelimedir. Arapça; “yardım, yardımlaşma” kelimeleri farklı kelimelerle ifade edilmiştir. Biz, nasr kelimesi üzerinden konuyu değerlendireceğiz. Aslında nasrı birçok yerde görebiliriz. Örneğin; hayır işlerinde çalışılması, gurabâ arasında uhuvveti perçinleyen davranışlarda bulunulması, Allâh’ın rızasını kazandıran maddî ve mânevî her türlü ihtiyaçta desteğin verilmesi hep nasr kavramı içinde değerlendirebileceğimiz işlerdir.

Nasr ehli olmak, kalplerde hissedilen sorumluluğun, merhametin ve kardeşliğin bir nevi ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Nasr ile insânlar kazanır. Sadece insânlar değil, nasr ile diğer canlılar bile kazanırlar. Îmân ehli için bu kazanma; hem dünyevî, hem de uhrevîdir. Zaten bir mü’min için asıl kazanç, zahirî yardımların yerine ulaşmasıyla birlikte, Rabbimizin rızasını kazanmaktır.

Kul, dünyâda imtihandadır. Her türlü sınanır. Başına gelenler karşısında sabrederek ecrini Rabbinden beklemelidir. Darlıkta ve bollukta, hastalıkta ve sağlıkta özetle hayâtının her anında mutlak mânâda yardımı sadece Allâh’tan istemelidir. Ve yakînen bilmelidir ki veren O’dur, kullar ise ancak birer vesiledir. Bizler, hayra vesile olan mü’minlere teşekkürümüzü sunarız, şükrümüzse daima Rabbimizedir. Elbette ki hayırlı işlerde hayra vesile olanlar, Allâh katında ve mü’minlerin nazarında hayır bulacaklardır. İslâm ümmeti hayırlı bir ümmettir; nasr/yarım ve teâvun/yardımlaşma ümmetidir.

Rabbimiz, bizlerden iyilik ve takva üzere yardımlaşmamızı ister. İyilik ve takvâ üzerine yarışın, ancak günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın.” [Mâide: 5/2] Müslümanlar, Rabbimizin bu âyeti kerîmedeki buyruğu üzerine hareket ederek teâvun/yardımlaşma üzere olmalıdırlar. Yardımı kime, niçin ve nasıl yapacağımızı nefsimiz değil, Rabbimiz belirler. Bu âyeti kerîme de temel usûlümüzü ortaya koymuştur. 

Nebîmiz aleyhisselâm’ın hayâtı ve sözleri de bizlere O’nun ve tebliğ ettiği dînin nasra, yardımlaşmaya verdiği önemi göstermektedir. Bir hadîsi şeriflerinde Nebîmiz aleyhisselâm şöyle buyurmaktadır: “Kimin yardım etmeye yetecek imkânı varsa imkânı olmayana yardım etsin. Kiminde fazlalığı varsa olmayana versin.” [Müslim] Subhanallâh! Bu ne güzel bir ölçüdür. Müslüman, hayrın insânı olarak hayâtında hayrı çeşitli alanlarda gösterirken burada geçtiği üzere yardımlaşarak da bunu gösterecektir.

İnsân hayâtında inişler ve çıkışlar olur. Bazen maddî ihtiyaçlar, bazen de mânevî boşluklar insânı zorlar. İşte böyle zamanlarda ihtiyaç sahiplerinin ellerinden tutan, onlara destek olanlar hayırlı kimselerdir. Nebîmiz aleyhisselâm cömertliğin ve yardımlaşmanın faziletine dikkat çekerek şöyle buyurmuştur: “Veren el, alan elden daha hayırlıdır.” [Müslim] Bu hadîsi şerif, sadece mal verenin değil; el uzatanın, gönül alanın, destek olanın, yük hafifletenin yüceliğine işaret eder. Zira bir mü’minin derdini paylaşmak, onun yükünü hafifletmek, Allâh katında büyük bir mertebedir. Nebîmiz aleyhisselâm; “Kim, bir mü’minin dünyâ sıkıntılarından birini giderirse, Allâh da onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim darda olan birine kolaylık sağlarsa, Allâh da dünyâda ve ahirette ona kolaylık sağlar. Kim, bir Müslüman’ın ayıbını örterse, Allâh da dünyâda ve ahirette onun ayıbını örter. Kul, kardeşinin yardımında olduğu sürece Allâh da kulunun yardımındadır.” [Müslim] buyurmuştur.

Maddî yardım, hayâtın zorlayıcı koşullarında çok kıymetlidir. Ancak yardımın yalnızca maddî bir el uzatmakla sınırlı olmadığını unutmamak gerekir. Bazen bir omuz vermek, güzel bir söz söylemek, tebessümle bakmak, hayır duâda bulunmak, kırık bir gönlü dinlemek ve nasihat etmek, yeise düşene recâ aşılamak, üzüleni teselli etmek, yalnızlıktan bunalana arkadaşlık etmek de maddî yardımlar kadar değerli olabilir. Bu yönüyle nusret ehli, sadece zekât ve sadakalarıyla değil, kalpleri, duâları, sözleri, ilgi ve alâkâlarıyla da insânların yanında olurlar. Onlar bir murabıt gibi nöbet başında, “vicdan nöbeti” tutarlar.

Niyet sahihse (meşru dairede) yapılan her bir iyilik değerlidir, güzeldir. “Her bir iyilik sadakadır.” [Buhari, Müslim] Vicdan nöbetçileri, bir bina gibi olup, birbirlerini desteklemelidirler. Zira Nebîmiz aleyhisselâm; “Mü’minler birbirine sıkı sıkıya kenetlenmiş bir bina gibidir.” [Müslim] buyurmuştur. Bu destek, maddî ve mânevî, küçük-büyük, uzak-yakın her şeyi kapsar. Bir mü’min, hayât yolculuğunda zorluklarla ve sıkıntılarla karşılaşabilir. Bu durumda yanında Müslüman kardeşlerini bulmalıdırlar. Kişi, kendi başına az, mü’minlerle çoktur; tek başına güçsüz, mü’minlerle güçlüdür. Bu şuuru kazanan mü’minler, Allâh yolunda birbirlerine destek olup, yardım etmişler ve biiznillâh da edeceklerdir.

Yine hak yolcusu bir mü’min, dîne de ümmete de yardımda bulunur, destek olur. Dâvâsı hak olmayanın, bâtıl dâvâsı olur. Hak dâvâya ve onun ehline hizmet etmek, destek vermekte bir yardımdır. Sahabeye baktığımız zaman görüyoruz ki, onlar îmân ettikten sonra yerlerinde durmadılar, Allâh’ın dâvâsına ve o dâvânın ehline yardım ettiler. Allâh yolunda oturmayan kıyâmın erleri, İslâm’ın muzaffer yiğitleri oldular. Onlar, yardımın ve zaferin Allâh’tan olduğunu bilenlerdi. Onlar, Allâh zaferi vermezse, onlar destek verseler de muzaffer olamayacaklarına îmân edenlerdi. İşte böylelerini en-Nasîr olan Rabbimiz müjdeledi: “Ve sizin sevdiğiniz başka bir nimet daha var: Allâh’tan bir nasr/yardım ve yakın bir fetih. Mü’minleri müjdele!” [Saff: 61/ 13]

Mü’min yakînen îmân eder ki; nasrullâh/Allâh’ın yardımı gelmeden zafer gelmez. Nasr suresinde şöyle geçer: “Allâh’ın nasrı ve fetih geldiğinde…” [Nasr: 110/1] Âyette önce nasrın geldiğini ve onun ardından ise fethin müyesser olduğunu görmekteyiz. Zahirî ve bâtınî ile fetih, “nasr” olmadan olmaz. Düşmanın hezimete uğraması ve beldelerin fethi, Allâh’ın nasrıyla olduğu gibi bâtınî fetihte Allâh’ın nasrıyladır. Beldeleri fetheden kahramanlar, gönüllerin de fâtihi olmuşlar; karşılarındaki düşmanlar bile gün gelmiş dost olarak yanlarında yer almışlardır.

Ancak sünnetullâhın bir gereği olarak Allâh’ın yardımının gelmesi, ümmetin kendi üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesine bağlıdır. Dîne yardım eden, yardım görür; ümmete hizmete edene ise hizmet edilir. Rabbimizin buyruğu haktır: “Ey îmân edenler! Eğer siz Allâh’a (O’nun dînine) yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar.”  [Muhammed: 47/7] Nebîmiz aleyhisselâm ise şöyle buyurmuştur: “Kul, kardeşine yardım ettiği sürece, Allâh da kulun yardımındadır.” [Müslim] Âyetten ve hadîsten görüyoruz ki yardım etmenin karşılığı, yardım olunmaktır. Rabbimiz, Kur’ân’ı Kerîm’de bizlere İsâ aleyhisselâm’ın havarilerinden şöyle bahseder. “Havariler dediler ki: Biz, Allâh’ın yardımcılarıyız.” [Âli İmrân: 3/52] Yine bu âyette de bir peygamberin yanında bulunanların vasıf olarak “ensar/yardımcılar” olduğunu görürüz.

Hak ya da bâtıl her dâvânın mutlaka yardımcıları vardır ve de olacaktır. Mesele yardımcı olmak değil, bilakis mesele hak tarafta “ensârullâh” olmaktır. Ensârullâh olmaksa Rabbimizin bizlerden isteğidir. Zira yerin ve göğün yegâne Rabbi şöyle buyurdu: “Ey îmân edenler! Allâh’ın yardımcıları olun…” [Saff: 61/14] Âyeti kerîmede belirtildiği üzere bizler de Rabbimizin nasrını ve rızasını celb etmek için, hak dâvânın ensarullâhı olmalıyız. Yakînen îmân edelim ki Rabbimiz bize nasrıyla yardım ederse, bizi yenebilecek (hiçbir) güç yoktur.

“Eğer Allâh size yardım ederse, sizi yenecek kimse yoktur.” [Âl-i İmrân: 3/160]

Duâmız:

Ey kalpleri evirip çeviren Rabbimiz! Bizlerin kalplerini dînin üzerine sabitle. Mü’min kardeşlerimizle kalplerimizi ülfetle birbirine yakınlaştırıp, bağla. Bizleri Seni bilen, nimetlerine şükreden, vefâlı kullarının arasına kat. Bizi dîn ve ümmet için hayır isteyip, hayırlı olanlardan eyle. Razı olacağın her ameliyeyi bize kolaylaştır. Dünyevî ve uhrevî işlerimizde tembellik etmekten bizleri koru. Soluklarımızı da adımlarımızı da rızan üzere eyle. Rahmetine ermek için bizlerin azmini ve gücünü arttır. Bizleri İslâm’a ve ümmete hizmet ederek dinlenenlerden eyle. Gayretimizi eksiltme, arttır. Sana karşı ümidimizi kurutma, yeşert. Recâ ehlinin içine bizleri de al. Senden maddî ve mânevî nasrını, nusretini dileriz; bize lütfeyle, bize ikram eyle yâ Nasîr! Allâhumme âmin.

Güzel ahlâkı kuşanan kardeşlerime selâm ve duâ ile…

Minhâc Dergisi 15. Sayı | Ekim 2025 | Hakan Emin

Bir Cevap Yaz