«
  1. Anasayfa
  2. 14. SAYI/ TEMMUZ 2025
  3. Tevâzunun Başı

Tevâzunun Başı

Ali

Azametinde ve kibriyâsında hiçbir ortağı olmayan, el-Azîm ve el-Kebîr olan Allâh Azze ve Celle’nin adıyla…

Allâh’a hamd, Rasûlü’ne salât ve selâm olsun.

Aciz bir varlık olarak yaratılmış olan insan, tarih boyunca mütevâzı olma noktasında sorunlar yaşamıştır. İşin aslına baktığımızda, kibriyâ Rabbimize, tevâzu ise kullara has olan iki zıt kavramlardır. Rabbimiz bizleri saymakla bitmeyecek nimetlerle donatmış ve tevâzu ile kulluk etmemizi emretmiştir. Ancak, mütevâzı olmayı beceremeyen birileri ya küfür bataklığına saplanmış ya da İslâm olduğu halde kibir hasletiyle bir ömür sürmüştür. Oysaki ümmetin en hayırlıları olan Ashâb-ı Kirâm radiyallâhû anhum, cennet ile müjdelenmelerine rağmen tevâzudan bir an ayrılmamışlar, kibrin düşmanı olmuşlardır. Subhânallâh bu nasıl bir îmân?! Onlar, Allâh’u Teâlâ’nın ve Rasûlü aleyhisselâm’ın övgüsüne mazhar olmalarına rağmen, tevâzu çizgisinden asla sapmamışlar.

Bizler de bu yazımızda, mütevâzılığın yol göstericilerinden olan Ali radiyallâhû anhu’nun, tevâzuyla ilgili bir sözünü sizlerle paylaşmak istedik. Bahsi geçen bu sözle alakalı çıkarımlar yapmaya çalışacağız, inşallâh. Yardım ve başarı Allâh’u Teâlâ’dandır.

Ali radiyallâhû anhu’nun Tevâzusu

Şer’î, siyâsî ve idârî olarak bu ümmetin imamı olan Ali radiyallâhû anhu, tevâzu ahlâkında da bizlere çok güzel bir örnektir. Oğlu Muhammed b. Hanefiyye ile aralarında geçen şu diyalog, onun mütevâzılığını bizlere sunmaktadır. Muhammed b. Hanefiyye anlatıyor:

“Babama; ‘Rasûlullâh aleyhisselâm’dan sonra insanların en hayırlısı kimdir? diye sordum.

‘Ebubekir’ dedi.

‘Sonra kim?’ dedim.

‘Ömer’ dedi. Osman demesinden korktuğum için ‘daha sonra kim?’ diye soramadım ve: ‘Sonra da sensin’ dedim. O:

‘Ben ancak Müslümanlardan biriyim’ dedi.” [Buhârî]

Yukarıda geçen bu diyalog Ali radiyallâhû anhu’nun tevâzusunu ortaya koymaktadır. Kendini bilmez Rafızîlerin söylemlerinin tam aksine, Ali radiyallâhû anhu halifelerimizin fazilet sıralamasını gözetmektedir. O, halifelikle ilgili her türlü kışkırtmalara rağmen, nefsini ayaklar altına almış, tevâzusunu korumuş ve Ebubekir radiyallâhû anhu’ya tabi olmuştur. Arkasında namaz kılmış ve fitneye asla mahal vermemiştir. Ve yine “ben ancak Müslümanlardan biriyim” sözü mütevâzılığını bizlere göstermektedir.

Bilindiği üzere Cemel vakıasında Ali radiyallâhû anhu ve Aişe radiyallâhû anha karşı karşıya gelmişler, her ne kadar istenmese de savaş cereyan etmiştir. Her iki taraftan da zayiatlar olmuştur. Ancak gelen rivayetlere göre, iki tarafta bu savaştan pişmanlık duymuştur. Savaşın akabinde Ali radiyallâhû anhu, Aişe validemize karşı nefsî bir tepki göstermemiş, ona hürmet etmiş ve yolculuğa çıkacağı vakit çeşitli yardımlarda bulunmuştur. Bu da Ali radiyallâhû anhu’nun tevâzu ehli bir zât olduğuna işaret etmektedir.

Şimdi de Ali radiyallâhû anhu’nun, tevâzu ile alakalı o güzel sözüne değinelim.

Tevâzunun Başı Olan Üç Şey

İlmin kapısı olan Ali radiyallâhû anhu, tevâzuyla alakalı olarak şöyle söylemiştir:

“Üç şey vardır ki, onlar tevâzunun başıdır:

1) Kiminle karşılaşırsan önce selâm veren olmak.

2) Meclisin en üst noktası yerine, en alt noktasına razı olmak.

3) Riyadan kaçınmak, onu hoş görmemek.” [Kenzü’l-Ummâl]

Her biri, ayrı hikmetler barındıran bu üç maddeyi başlıklar halinde inceleyelim.

1) Kiminle Selâmlaşırsan Önce Selâm Veren Olmak

Ali radiyallâhû anhu, kişilerin selâmlaşmaları durumunda önce selâm veren olmayı, mutevâzı bir hareket olarak nitelemiştir. Hatta biraz daha mübalağa yaparak bu hareketi, tevâzunun başı olarak zikretmiştir. Ne var ki, Müslümanların, selâm verme ahlâkını edinebilmeleri için öncelikle selâmın önemini iyi anlamaları gerekmektedir. Selâmın önemini gerçekten anlayan bir insan, girdiği her ortamda, her karşılaşma veya buluşmada ilk selâm veren olmayı düstur edinecektir.

Selâmın Önemi

Kimi zaman Müslümanların bile değerine vakıf olamadığı selâm, İslâm nazarında çok önemli bir yere sahiptir. Bu kavram, Kur’ân-ı Kerîm’e âyet olmuş, Rasûlullâh aleyhisselâm’ın sünnetinde çok önemli bir yer bulmuştur. Rabbimiz âyet-i kerîmesinde selâm hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha güzeliyle veya aynı selâmla karşılık verin.” [Nisa: 4/86]  

Âyet-i kerîmeden anlaşıldığı üzere Rabbimiz Subhânehu ve Teâlâ selâm kavramına çok önem vermektedir. Selâm, Rabbimizin, es-Selâm isminin yeryüzündeki bir tecellisi olarak kullarının arasında yayılmasını istediği bir kavramdır. Müslümanlar birbirleriyle karşılaştıklarında “es-selâmu aleykum” diyerek selâmı aralarında yayarlar.

Yine Rasûlullâh aleyhisselâm, selâm ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

“Îmân etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de îmân etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir iş göstereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” [Müslim]

Görüldüğü üzere selâm ahlâkını edinmek, Müslümanların aralarında selâmı yaymalarıyla mümkündür. Rabbimizin bizlerden istediği selâm öyle tesirli bir kelamdır ki girdiği eve bereket getirir, ortamı yumuşatır, kalplere sekinet ve ilişkilere muhabbet verir.

Ancak esefle itiraf etmek gerekir ki selâm, yaşanılan toplumda örf olarak sıradanlaştığı için, şeriattaki değeri unutulmuştur. Bugün Müslüman, müşrik veya kâfir fark etmeksizin herkes birbirine selâm verebilmektedir. Nice niyeti bozuk, köpek gibi ağzından akan salyalarıyla, sağa sola selâm saçan domuz tıynetli necis insanlarla karşılaşabilmekteyiz. Hal böyle olunca selâmın aramızdaki tesirine şahit olamıyoruz. Oysaki İslâm’ın bizden istemiş olduğu selâm, es-selâmu aleykum sözüyle birlikte bunun yaşantıya aktarılmasıdır. Yani bir Müslüman karşısındakine, sana selâm olsun dediğinde, aslında, sen benden emniyet ve selâmettesin der. Ve bu sözün gereği olarak da güven ve emniyeti sağlamak için elinden geleni yapar. Rasûlullâh aleyhisselâm bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır:

“Müslüman, diğer Müslümanların, dilinden ve elinden salim olduğu (zarar görmediği) kimsedir.” [Tirmizî]  

Sonuç olarak, selâm kavramı hayatımızda çok önemli bir yere sahiptir. Örfe bağlı olup insanların dilinde kuru bir söylemden ibaret asla değildir. Bu kelam, Rabbimizin Müslümanlar arasında yayılmasını istediği bir ahlâktır. Ve gerçekten selâmın yaygınlaşması, selâmeti ve emniyeti beraberinde getirecektir. Allâhû Teâlâ, selâmı, Müslümanlar arasında yaygınlaştırsın, Allâhûmme âmin.

2) Meclisin En Üs Noktası Yerine En Alt Noktasına Razı Olmak

Ali radiyallâhû anhu, tevâzunun başka bir önemli maddesini, bir meclis örneği vererek açıkladı. Bu maddeyi biraz mercek altına yatıralım. Makam, mevki, rütbe yarışının çokça olduğu şu zamanda kesinlikle dikkate alınması gereken bir madde… Ali radiyallâhû anhu’nun burada en üst nokta derken, mecaz yaptığı kanaatindeyiz. Bununla beraber, zahirî manasıyla, yerden daha yüksek oturulan bir yeri de kastetmiş olabilir. İster hakiki ister mecaz manasıyla söylemiş olsun, kişinin alt noktalara razı olması tevâzudandır. Müslüman bir şahsiyetin, Allâh’ın ona verdiği makam, mevki ve rütbesine razı olması gerekir. Ashâb-ı Kiram radiyallâhû anhu tam olarak böyleydi. Rasûlullâh aleyhisselâm onları nasıl konumlandırır, görevlendirirse, o hallerinden razı olup makam ve mevki peşine düşmezlerdi. Sahabe hayatlarını incelediğimizde, onların riyasetten (başkanlıktan) nasıl kaçındıklarına, çokça şahit olmaktayız. Çünkü onların tek derdi, Allâh’u Teâlâ’nın rızasını kazanmaktı. Allâh onlardan razı olduktan sonra ister meclisin en üst noktasında ister en alt noktasında olsunlar fark etmezdi.

Ebu Zer el-Ğıfâri radiyallâhu anhu gibi sert mizaçlı bir sahabimizin mütevâzılığını hatırlayalım. Rasûlullâh aleyhisselâm ona işin ehli olmadığı için valilik gibi bir yöneticilik görevi vermemiştir. Buna rağmen, tevâzusunu hiç bozmamış, makam, mevki ve rütbe peşinde koşmamıştır. Zaten onun tevâzu ehli olduğunu şu kıssadan da hatırlayabiliriz: Bilal radiyallâhû anhu karşısında yaptığı hata sonucu bizzat kapısına gider ve evin eşiğine kafasını koyarak şunları söyler: “Vallâhi ey Bilal! Ayağını, Rasûlullâh’ı gadaba getiren, o sözü söyleyen şu ağzıma koymadığın sürece kalkmayacağım.” [Buhârî] 

Sahabe radiyallâhû anhum, öylesine izzet sahibi olmasına rağmen, kendilerini üstün görmemişler, makam ve mevki peşinde koşmamışlardır. Onların tek derdi Allâh’ın rızası olmuş Allâhû Teâlâ’da onları izzetli kılmıştır. Kimine valilik nasip olmuş, kimine komutanlık… Kimine de böyle üstün bir makam nasip olmamıştır. Ancak her biri bulundukları konumdan razı olup dine hizmet etmenin derdine düşmüşlerdir. Rasûlullâh aleyhisselâm, işin ehli olmayana, “sen zayıfsın, bu işler sana göre değil” gibi şeyler söylerdi. Bu sözlerle karşılaşan sahabîlerimizin, nefis yapmadıklarını, küsüp darılmadıklarını görmekteyiz. Bu gibi olgun davranışlar ancak tevâzu ehlinin yapabileceği şeylerdir.

Günümüzde ise insanlar, makam, mevki ve rütbe şehvetine düşmüşler, hayatlarını bunun için mahveder olmuşlardır. Bir mecliste en güzel yeri kapmak, rütbe satmak anlamına gelmektedir. Artık meclisler, birer kibir sahnesi ve makam satma yarışı için bir pist olmuş durumda. Nefislerin iyice azgınlaştığı, tevâzunun ortadan kalktığı şu zaman diliminde insanlar, hak etmedikleri koltuklardan indirildikleri, hayal ettikleri makama koyulmadıkları zaman küsmektedirler. Hak ettiği değeri görmedikleri düşüncesiyle meclisleri terk etmektedirler. Oysa Ali radiyallâhû anhu’nun sözünü hatırladığımızda, meclisin en alt noktasına dahi razı olmak tevâzunun bir kuralıdır. Bunun aksi ise kibirden başka bir şey değildir. Rabbimiz bizleri kibrin her türlüsünden korusun, Allâhûmme âmin.

3) Riyadan Kaçınmak, Onu Hoş Görmemek

Ali radiyallâhû anhu, tevâzunun baş maddelerini zikrederken üçüncü olarak, riyadan kaçınmaya ve onu hoş görmemeye değinmiştir. Riya, kişinin yaptığı bir ameli, Allâh’ın rızasının dışında başka bir şey için yapmasıdır. Ameldeki niyete, Allâh’ın rızasının yanı sıra, başka bir amaç daha karıştırıldığı için, riya küçük şirk olarak da nitelendirilir. Ancak bu küçük şirk, kişiyi dinden çıkarmaz ve ebedi cehennem ehli kılmaz. Bununla beraber, riyanın karıştığı hiçbir amel kabul edilmeyecektir.

Riyayı büyük şirkten ayıran nokta ise şudur: Büyük şirkte, yapılan ibadetin Allâh ile beraber başka bir varlığa yapılması söz konusudur. Allâh Azze ve Celle’ye yapılması gereken herhangi bir amel O’ndan gayrısına yapılırsa bu büyük şirk olup ehlini ebedi cehennemlik kılar. Misal olarak, Allâh’dan başkasına duâ etmek veya kurban kesmek gibi… Riyada ise, amel esnasında başkasının gözüne girme veya gösteriş yapma arzusu vardır. Misal olarak, kişi Allâh’a duâ ederken veya kurban keserken gösteriş yapar da ne kadar güzel yaptığımı görsünler, bilsinler niyetine girerse, riyaya girmiş olup dinden çıkmaz. Ancak Rabbimiz o ameli kişiden kabul etmeyecektir. Konumuzla alakalı olarak düşündüğümüzde; bir menfaat uğruna belirli merci veya şahıslara boyun bükmek, el pençe durmak, tevâzu değil dalkavukluktur. Allâh kıyamet günü bu iğrenç ameli, o kişinin suratına çarpacaktır. Allâh en iyi bilendir.

Her ne kadar riya kişiyi dinden çıkarmasa da Müslümanların korkması ve şiddetle sakınması gereken kötü huylardan biridir. Ali radiyallâhû anhu ise bunu üçüncü maddede zikrederek bizlere sanki şöyle söylemektedir: “Olabildiğiniz ölçüde tevâzu ehli olun, alçak gönüllülüğü ahlâk edinin, ancak bununla beraber sadece Rabbinize kul olduğunuzu unutmayın. Tevâzu edeceğim derken, riyaya kaçmayın. Alçak gönüllülüğü, insanlara gösteriş için değil Rabbimiz Allâh Azze ve Celle’nin rızası için yapın. Bu sebeple riyadan kaçının ve onu hiç hoş görmeyin. Böyle yapın ki yaptığınız tevâzuya riya bulaşmasın.” Allâh en doğrusunu bilendir.

Sonuç

İlmin kapısı İmam Ali radiyallâhû anhu’nun tevâzuyla alakalı güzel sözünü inceledik ve açıklamalarda bulunduk. Mütevâzılığın püf noktalarından bahseden bu güzel sözü, kısaca özetleyelim. Birinci olarak: Müslümanlar arasında selâmı yaymalıyız. Bunu yaparken ilk selâm veren taraf olmaya dikkat etmeliyiz. Bu mütevâzılığın çok önemli bir kuralıdır. İkinci olarak: Hayatımız boyunca, Rabbimizin bize nasip ettiği makam, mevki ve rütbeden razı olmalıyız. Bulunduğumuz mecliste en alt noktada bile konumlansak, Allâh’ın rızasını aklımızdan çıkarmamalıyız. Bir ortama girdiğimizde, günahlarımızı hatırlayıp kimseyi kendimizden aşağı görmemeliyiz. Üçüncü ve son olarak: Her vakit ihlaslı olmalıyız. Yaptığımız her tevâzuda Allâh Azze ve Celle’nin rızasını gözetmeliyiz. Korku veya belli menfaatler sebebiyle mütevâzı olmaktan kaçınmalıyız. Bu sebeple riyanın kötülüğünü asla kalbimizden çıkarmamalıyız.

Ey Rabbimiz! Biliriz ki kulluğun özündedir tevâzu… Bu sebeple bizleri mütevâzı eyle! Ve kibrin zerre miskalini dahi kalbimizde barındırma! Cennet mütevâzıların yurduyken cehennem kibirlilerin siccinidir. Sen bizleri cenneti hak eden tevâzu ehlinden kıl! Allâhûmme âmin.

Selâm ve duâ ile…

Minhâc Dergisi 14. Sayı | Temmuz 2025 | Ali Eren

Bir Cevap Yaz