Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın ismiyle… Allâh’a hamd, Rasûlüne salâtu selâm olsun.
Geçen yazımızda İslâm coğrafyasında ideoloji tanımını yapmış ve gelecek yazılarda İslâm coğrafyasındaki ideolojilerden bahsedeceğimizi belirtmiştik. Bu yazımızda inşallâh “sekülerizm” kavramını izah etmeye çalışacağız.
Türkiye’de son çeyrek asırdır kendini güçlü bir şekilde hissettiren seküler yaşam biçimi, toplumsal birçok alanda kendini göstermeye devam etmektedir. Başta eğitim kurumlarının işlevini yitirmesi, sosyal-ahlakî çürüme, dinî hayatın zayıflaması ve dünyayı kıble edinme gibi aşamalı olarak sekülerleşmenin etkileri gözlenmektedir. Ne yazık ki günümüzde toplum olarak önemli oranda seküler bir yaşamın seline kapıldığımızı müşahede edebiliriz.
Sekülerizm Nedir?
Sekülerizm, dinin bir toplumun kamusal alanına ve işlerine karışmamasını savunan ve bunu belirten düşünce sistemidir. Siyasî anlamda sekülerizm, din ve devletin ayrışmasının savunulması ve devletin dinsel kurumlardan kesin bir biçimde ayrı olmasıdır. Devletin, somut ve bilimsel temellere dayanması şeklinde de tanımlanır.
Sekülerizm, din merkezli ve yahut dinî öğeleri; sosyal, hukukî ve siyasî anlamda tayın edici kılan bir yaklaşımı kabul etmemektedir. Bunun aksine, dinî öğeleri; sosyal, hukukî ve siyasî kümeden ayıran bir yaklaşımı benimsemektedir. Çok geniş bir terim olan sekülerizm, içinde birçok farklı akım ve teori barındırır.
Sekülerizm hakkında çalışma yapan araştırmacılar, “seküler” kavramına; “bu dünyaya uyma”, “toplumun dinle ilişkisini kesme”, “dini inanç ve kurumların yer değiştirmesi”, “dünyanın kutsallıktan kurtarılması”, “kutsal bir toplumdan seküler bir topluma geçiş” gibi anlamlar yüklemişlerdir. Bu tanımlamalardan hareketle sekülerizm şu şekilde tariflenebilir:
- Dünyevileşme, beşerileşme ve çağdaşlaşma ile insanın değerli ve önemli olanla bağlarını koparmasıdır. Sadece bu dünyayı yaşanabilir kabul edip ahiretten ilişkiyi koparma temeline dayalı düşünme ve yaşama biçimidir.
- Dünya ve ahiret ayrımına atfedilen bütün değer ve ilkelerin bireysel, toplumsal ve kurumsal yaşamın dışına itilmesidir. Bireysel ve toplumsal düzeyde dinî inançların veya dinî değerlerin etkisini yitirmesidir.
Bu açıklamalardan sonra sekülerleşmenin tarihsel sürecini Osmanlı’dan başlayarak aktarmaya çalışalım.
Osmanlı’da Sekülerizm
Sekülerizmin tarihi süreç içinde Osmanlı’da nasıl oluştuğunun anlaşılması üzerinde kısa bir açıklamanın akabinde Türkiye’de nasıl anlaşıldığı ve anlamlandırıldığına değinelim.
“Osmanlı, özellikle tıp, coğrafya ve silâh teknolojisi gibi alanlar dışında, Batı eksenine büyük oranda kapalıydı. İlk kez Karlofça Antlaşması (1699) sonrası 18. yüzyıl boyunca Osmanlı’nın kültür sahasında, Batının etkisi görülmeye başlanır. Küçük Kaynarca Antlaşmasına (1774) müteakip, Osmanlı elitinin zihninde Batının üstünlüğü hissedilmiş, zamanla üzerinde tartışma gerektirmeyecek bir anlayış olarak yer etmeye başlamıştır. Dünyayı algılayış tarzları Avrupa merkezli bir hal alır. Bunun sonucu olarak Avrupa’nın etki alanına girilir” [Onur Atalay: Türke Tapmak, s.112]
Avrupa’dan ithal edilmiş olan kültür ve medeniyet, Osmanlı-Türk modernleşmesinin temelini oluşturur. Bilindiği üzere modernizm, Osmanlının son dönemine kadar yabancısı olduğu bir kavramdı. Osmanlı tarihi boyunca; dinî olarak asr-ı saadet dönemini, yönetim olarak Sultan Süleyman dönemini örnek aldığı altın çağlarına sahipti. Bu anlayışın son bulmasıyla 18. yüzyıl sonuna doğru, devlet yönetiminde “İslâm’ı” yeniden yapılandırma önerileri yüksek sesle söylenmekteydi. Hülasa modernleşme adına yapılacak yenilik düşüncesi, Osmanlı için küfrü gerektiren bir anlayışı doğurmaktadır.
Tanzimatla birlikte Batı kültürünü bir bütün olarak kabullenilmesi ile yeni bir süreç başlıyordu. Artık Avrupa üretici, Osmanlı ise tüketici konumundaydı. Bu yüzden Osmanlı elitleri için yenilik gerekliydi. Ve Batılılaşma bu zaruriyetle birlikte ilerleyecekti.
“İlk kez bir bütün olarak modern söylemini ithal eden ve Batının bilgilerini sistematik olarak aktaran kişi (Şinasi Efendi) idi.” [Şerif Mardin: Yeni Osmanlı Düşüncesi]
“Şinasi Efendi de yeni bir dille birlikte, yeni bir kâinat görüşü, aklın hâkim olduğu yeni bir insan telakkisi de vardı.” [A. Hamdi Tanrıpınar: 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Dergâh yay.]
“Netice itibarıyla sessizce ve adım adım da olsa, Şerif Mardin’in tabiriyle; “bir tür modernleşme İmparatorlukta yerleştiği, bu dönemde önce teknoloji sonrasında diğer tüm alanlarda da yapılan yenilikle ‘Batı’ eşitlenmeye başlandığı, bu ikilinin ‘modern ve Batı’ birlikteliğinin hasıl edeceği ve Kemalist dönemin en kutsal kaynaklarından birini oluşturacak olan kavram ‘medeniyet’ olacaktı. Modernizmin toplumsal itibarının oluşması ve bunun Batı ile her alanda irtibatlandırmasına paralel olarak ‘ilerleme’ (terakki) ve ‘medeniyet’ fikirleri de toplumda kendine taraftar bulmaya başlar. Bu kavramlar birbirinden ayırt edilemez bir çift halini aldı. Zaten başından beri bütün tanzimat yazarları medeniyet ile terakki arasında güçlü bir bağ kurmuşlardı.” [Göksan Çetinsaya: Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, c. I]
“Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde geçirdiği dönüşüm neticesinde medeniyetçilik, tanzimat devrinin ideolojisi olarak öne çıkar. Mustafa Reşit Paşa, Sultan Abdulaziz’e hep onun tarifini yapmaya çalışır. Ve ilk seküler kutsallığı kuşanmak medeniyet kavramına ait olur. Şinasi’nin Mustafa Reşit Paşa için kullandığı ‘medeniyet resulü’ ifadesinden de anlaşılacağı gibi, o artık kutsallaşmıştı. Ne yazık ki Şinasi’ye kadar resul, nebi gibi kelimeleri dinî söylemler haricinde kullanmak kimsenin aklından geçmemiştir. Maalesef Şinasi medeniyeti bir din gibi gördü.” [İsmail Habib: Edebi Yeniliğimiz, c. I s. 73]
“Dolayısıyla Mustafa Reşit medeniyeti ülkeye taşıdığı ölçüde ilk seküler kişi oluşturma teşebbüsünün merkezinde yer alacaktı. Tanzimat fermanına göz atıldığı zaman sekülerleşme içerikleriyle göze çarpar. Bu dönem boyunca sekülerlik, dinin giderek toplumsal alanda ölçü olmaktan çıkması, özel alana çekilmesi ve hayata yön verme özelliğini kaybetmesi şeklinde değerlendirilebilir.
Osmanlıda 18. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar yaşanan değişimler; dinî dünya algısından laik/seküler bir dünya algısına, dinî temellere dayandırılmış padişahlık-halifelik idaresinden meşrutiyet ve cumhuriyete, tebaadan vatandaşa, cemaatten millete, şeri hukuktan seküler hukuka, dinî eğitimden laik eğitime ve Osmanlı kimliğinden Türk milleti kimliğine geçiş sürecinin toplumsal ve siyasal tarihidir. Osmanlı ve Türkiye’de İslâmın 19. ve 20. yüzyıllardaki tarihi, genellikle siyasal bazda örgütlenmiş İslâmî yorumun etkisinin azaldığı ve sekülerleşmenin zafer kazandığı, dinin bireyselleştirildiği bir süreç olarak değerlendirilmiştir.” [Şerif Mardin: 19 ve 20. Yüzyıllarda Osmanlı’da ve Türkiye’de İslâm]
Osmanlı’nın Geleneksel Eğitim Sistemi
Türk Sekülerleşme öncesinde Osmanlının geleneksel eğitim sistemini inceleyelim.
“Bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nin sivil eğitim sistemi, İslâmî eğitim sisteminin devamıydı. Dinsel yönü ağır basıyordu. Burada dinî eğitim veren sıbyan okulları ve medreselerin etkinliği belirleyiciydi ve bu okullar tümüyle vakıf sistemine bağlıydı. Devletin saray okullarında ve askeri okullardaki nüfusu daha fazlaydı. Yani Osmanlı’da devlet sivil eğitim kurumlarıyla ilgilenmezdi. Anlaşıldığı kadarıyla bu durum II. Mahmut dönemine kadar devam etmiştir. Yalnız devlet adamları yetiştirmek için kurulmuş bir Saray Okulu (Enderun) mevcuttu.
Diğer İslâm ülkelerinde olduğu gibi ilköğretim mahallelerde cami ve mescidin yanında bulunan sıbyan okullarında yapılırdı. Bunların amacı çocuklara Müslümanlığın ana ilkelerini öğretmekti. Çocuklara, bir zanaata girmeden önce bu okullarda Kur’an, tecvit, namaz gibi dinî bilgilerini alma zorunluluğunu uygulamak isteyen fermanlar olurdu. 1824’te II. Mahmut da böyle bir ferman çıkarmıştı. Bunun nedeni, halkın geçim sıkıntısıyla çocuklarını beş altı yaşlarında zanaatkar esnafın yanına çırak verilmesi yüzünden cahilliğin genişlemekte olduğunu, yani İslâmlığı bilmez hale geldiğini, İslâm’da, dünya işlerinden önce dinî öğrenmek olduğunu, bunun yapılmamasının Allâh’ın yardımından yoksun kalışın baş nedeni olduğunu, din işlerini ve İslâm inançlarını öğrenmenin dinin bir gereği olduğu, bundan sonra çocukların zanaata verilmeyip mahalle sıbyan okuluna verileceğini bildiriyordu. Bunun tersine gidenleri hoca ve imamları kadılara bildirilmesiydi. Fakat zamanın ekonomik koşulları altında ana babaların, çocukları Kur’ân okullarına vermektense usta yanına çırak olarak vermesi daha zorunlu görülmesiydi. Oysa ferman, ilköğretimin asıl amacının çocukları dünya işlerinin gereklerine değil, ahiret hayatına hazırlamak olduğunu ileri sürülüyordu.
Tanzimat fermanı ile Osmanlı tebaasına din farkı gözetilmeksizin verilen eşitliğin askerî ve mülkî okullara kabul hususunu da kapsaması bu tür eşitliklerin Islâhat Fermanı ile teyit edilmesi 1869 Maarif Nizamnamesiyle Müslüman ve Müslüman olmayanların aynı okullara gitmesi gibi gelişmelerde sekülerliğe / laikliğe giden adımlar olarak değerlendirilmektedir.” [Cemal Tosun: Türkiye’de Din Eğitiminin Laikleşmesi ve Din Öğretimi]
“Tanzimat döneminde medrese olduğu gibi bırakılırken, modern laik bir devlet için gerekli olan subay, memur, hukukçu, doktor ve mühendis gibi meslekî kişileri yetiştirecek olan okulların temelleri atılıyordu. Bu okulların daha sonraki dönemlerde yetiştirdiği kişiler, medrese ulemasını gölgelemeye başlamış ve en sonunda onların siyasal, hukuk ve eğitim alanlarındaki rollerini ve etkilerini kaybetme süreci başlamıştır. Avrupa’ya öğrenim için öğrenci göndermek, yine bu dönemde başlamıştır. Başlangıçta II. Mahmut, Müslüman öğrencilerin Avrupa’ya gönderilmemesini, yalnız Müslüman olmayan öğrencilerin gönderilmesi gerektiğini düşünmüşse de sonradan Müslüman olan öğrencilerin de Avrupa’ya gönderilmeleri gerektiğine karar vermiştir.” [Niyazi Berkes: Teokrasi ve İslam, s. 40]
Bu süreç, Osmanlıda ikili bir yapının oluşmasına yol açar; bir yandan eski tarz eğitim kurumları varlığını sürdürürken, karşısına yenileri açılır. Genelde yeni açılan kurumlar modern eğitim sistemi esasına dayandırılır.
“Sıbyan okullarının ilk mektep adı altında modernizme edilmesine koşut olarak, rüştiyeler, idadiler açılır. Ancak yükseköğretim kurumu olarak Darulfünün tam dört kez açılıp kapatılması, mektep-medrese karşıtlığı olan gelenek modernite çatışmasının varlığının ipuçlarını vermektedir. Osmanlının son dönemlerinde, geleneksel-modern kurum ikilemini mektep-medrese çatışması altında tevarüs (birinden ötekine geçme) ettiğini belirtmek gerekir” [Zeki M. Duman: Türkiye’de Laiklik Sorunun Siyasal temelleri, s. 285]
Sekülerizmle Gelen Yenilikler
- “3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan Tevhid-i Tedrisat kanunun kabul edilmesiyle Türk eğitim sistemi büyük oranda değiştirilmiştir. Bu kanunla geleneksel eğitim kurumlarının tasfiyesine gidilmiştir. Bunun sonucu olarak dinî kadrolar eğitim işlerinden uzaklaştırılmış, bunların yerine çağdaş uygarlık düzeyine erişmede en geniş kaynaklardan yararlanılmak istenmiştir”. [F. İlhan Akın, Türk Devrim Tarihi. İst. s.213]
- “İlköğretim erkek ve kız çocuklar için zorunlu kılınmış, kız çocuklarının eğitimine yönelik okullar açılmış ve karma eğitim gerçekleştirilmiştir. Ayrıca bu yasaya bağlı olarak medreseler kapatılmış 1924 yılının mayıs ayında İlâhiyat Fakültesi açılmıştır. 1933 yılında ilâhiyat fakültesi öğrenci yokluğu gerekçesiyle kapatılarak yerine İstanbul Üniversitesi’ne bağlı İslâm Tetkikleri Enstitüsü açılmıştır. Bu enstitü de 1941 yılında yine öğrenci yokluğu gerekçesiyle kapatılmıştır”. [Hasan Onat. Türkiye’de Din Anlayışında Değ. Süreci, s. 86]
- “Üçüncü Türkiye Büyük Millet Meclisinin ilk işi, Anayasadan ‘Türk Devletinin dinî İslâm dinidir.’ ifadesini kaldırarak dinî reformları bütünlemek olmuştur. Yeni Latin alfabesinden yola çıkarak Arap alfabesi değiştirilmiş 1928 Kasımında çıkarılan kanunla Latin alfabesi yasallaştırılmıştır” [Lord Kinross: Atatürk bir milletin yeniden doğuşu, s. 510]
Laiklik ve Sekülerizm
“Osmanlıdan bu yana ilişkilerin yoğun olduğu Fransa’nın laiklik uygulaması, Batılılaşmanın bir manivelası olarak işlev görmüştür. 1937’de Anayasaya giren laiklik ilkesi, siyasî alanda din ve devletin arasını kesin bir biçimde ayırıp din özel alanda işlevsiz hale getirilirken; gündelik hayata dair reformlarla toplumda bir sekülerleşme süreci başlamıştır. Türkiye’de bu bağlamdaki tartışma konusunun anahtar kavramı, laiklik şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu noktada konumuzla bağlantılı olarak üç kavramın anlam ve içerikleri itibarıyla atıfta bulunmak icabeder. Bunlar: laiklik, sekülerlik ve dünyevileşme. Burada laiklik ve sekülerlik birbirine akraba ve içerik bakımından yakındır. Hatta birbirinin yerine kullanıldığı da olmaktadır. Fakat biz, işlevsel olarak laiklik ile sekülerlik arasında şöyle bir ayrım yapmaktayız
Laiklik: siyasal toplumsal alanı, sekülerlik ise bireysel alanı kendisine konu edinir. Sekülerlik öncelikle insanların inançlarına, dinlerine, dinî değerlerin buharlaşmasına, dinin paranteze alınmasına atıfta bulunurken, laikliğin böyle bir hedefi yoktur.
Sekülerlik kendini dinin alternatifi olarak tanımlarken, laiklik ise kendini dinle tanımlamaz. Çünkü laiklik devletin yönetsel niteliğini tamamlayan bir kavramdır. Sekülerlik din ve dünya ayrımını, laiklik ise dinî ve siyasî alan ayrımını ifade eder. Kısaca Sekülerizm belirli bir hayat anlayışını laiklik ise o yaşam tarzının siyasî örgütlenme biçimini belirler.” [Taburoğlu Özgür: Modernlerin Medeniyet Anlayışı, s. 109.]
Türk modernleşmesinin genel yöntemi, Osmanlıdan bu yana genel olarak yukardan aşağıya doğru olmuştur. Bu da özelde devlet eliyle halkın ve gündelik hayatın sekülerleştirilmesi biçiminde gerçekleşmiştir. Bu bağlamda Türkiye’deki sekülerliğin bir alan ayrışması fikri ve uygulamaları ile “gündelik hayatta dinin etkisinin azaltılması” şeklinde bir anlam ve içerik kazandığını söyleyebiliriz.
“Türkiye de devletin laiklik uygulamaları farklı bir din gibi işlerken yaşam biçimlerinin Batılılaştırılması bu uygulamalarının temel hedefi olmuştur. Nitekim modernleşme tarihimiz; birçok söylemlerde tiyatro, çağdaş giyim, moda, alkol tüketimi, bale, orkestra vb. birçok kavramı laiklikle ilintilendiren bir tartışma içinde ele alınmıştır. Bu durum aslında gündelik hayatın seküleştirilmesi politikalarının devlet ve otorite düzeyinde gerçekleştirildiğini göstermektedir.” [Ş. Mardin: Dinlerin Etiği olarak Laiklik, s.27-40]
Müslümanların gündelik yaşamlarında seküler içerimlere sahip düşüncelerini ve deneyimlerini, gelecek yazımızda birkaç başlık altında incelemeye çalışacağız. Biiznillâh.
Duâ
Allâh’ım! Ömrümün en hayırlı anlarını sonunda kıl. Amellerimin sonunu yani ölüm anımı senin rızan üzere kıl. En hayırlı günümü seninle buluşacağım o gün kıl. Allâhumme âmin.
Selam ve duâ ile…
Minhâc Dergisi 13. Sayı | Nisan 2025 | Hayreddin Gökçe
Bir Cevap Yaz