«
  1. Anasayfa
  2. 13. SAYI / NİSAN 2025
  3. Hani Şimdi Nerdesiniz?

Hani Şimdi Nerdesiniz?

URVE

“Görmemek acı verdiği gibi görmekte acı veriyor” diye düşündü, dalgın adımlarla su birikintilerinin üstüne basarken. Savunmasız bir civcivin anaç tavuğun kanatlarının altına koşturması gibi koştura koştura gidiyordu. Yine soğuk yüzler görecek, yine soğuk sözler duyacaktı. Ayaz’dı ne de olsa adı, soğuğa alışıktı. Keskin eserdi Büyük Ev’de ayaz. Sinelere acımazsızca çarpar, acıyla dondururdu yanık bağırları.

Her soğuk esintide, kimseye anlatamadığı buruk acılarını kalbine gömerdi, soğuğun çocuğu. Buz tutan kalbi “Buruk Acılar Mezarlığı’nı andırıyordu adeta. İyi niyetliydi, kimseyi incitmemek için yıllarca susmuş, suskunluğu bir nevi meslek edinmişti. Herkes mesleğinden kazanırken, o ise zahirde zarar edenlerdendi.

Büyük Ev’in büyük egolu sakinleri konuşur, o susardı. Hakkını çiğnerler, o hak peşinde koşmazdı. Küçük çocuklar bile çoğu zaman ondan daha itibarlıydılar. Çocuklar konuşunca büyükler susar, gülümseyerek onları dinlerlerdi. Sözleri bitince çokbilmişlerin saçlarını okşarlar ve onlara iltifat ederlerdi. O ise ağzıyla kuş tutsa, Büyük Ev’in kölesi de olsa, sözünün hiçbir değeri yoktu. Görülmeyendi, duyulmayandı, dışlanandı. Büyük burunlara, okkalı konuşmalara rağmen; gören, duyan, hisseden ve yardıma koşup, sahiplenendi Ayaz.

Büyük Ev, Ayaz’ın büyükannesinin yaptırdığı apartmanın adıydı. Emlak zengini kadın, son Osmanlı gibi Büyük Ev’i yönetiyordu. On sene önce yaptırdığı binanın en üst katını kendisine ayırmış diğerlerini de oturmaları için çocuklarına vermişti. Gönlü zengin bir kadındı büyükanne, bedeni narin, boyu kısa olsa da büyük bir anaydı.  Kalın gözlüklerinin ardından sevimliliğini hala kaybetmemiş, mavi gözleriyle bakardı hayata, insanlara ve insancıklara… 

Büyük Ev’de dışardan bakanların göremediği bir labirent vardı. Öyle bir labirent ki ev halkının dışındaki herkes burada kendini kaybedebilirdi. Ayaz da Büyük Ev’in dışındandı. Çoğu zaman Büyük Ev’de kendisini sigara dumanı gibi rahatsızlık veren biriymiş gibi hissederdi. Büyük Ev’in büyük labirentinde kendini aramaya çocukluğunda başlamış, yaşı otuzuna varmış lakin hâlâ bulamamıştı. Böyle mi devam etmeliydi, yoksa aramaya bir son verip pes mi etmeliydi? Akrabaları olmasaydılar belki şimdiye dek pes eder; “Sizin oyununuzda oynamıyorum!” bile derdi. Ne var ki demedi, diyemedi.

Büyükannesi Büyük Ev’de olmasaydı, Büyük Ev’le ve ev sakinleriyle ne sıklıkla görüşürdü ya da Büyük Ev’in sakinleri kendisini görmek isterler miydi, bunu kendisine sürekli sorardı. Onlar, ne büyükannesinin küçük oğlu olan babasını, ne kendisini, ne de kardeşlerini arayıp sormayanlardı. Kendi dünyalarının haricinde kimseyle ilgilenmeyenlerdi onlar; şayet bir ilgi varsa mutlaka ardında bir menfaatte var demekti. Bunu yıllar içinde çok iyi öğrenmişti, Ayaz.

Büyük Ev, ona büyük dersler veren büyük bir okul olmuştu. İnsan ilişkileri derslerinin çoğunu oradan almıştı. Büyükannesi başöğretmen olarak ona “insan nasıl olunur?” veya “nasıl insan kalınır?” sorularının cevaplarını “İnsânîyet” dersinde öğretmişti. Büyükannenin diğer çocukları yani amcalarından ise “nasıl yabânî olunur?” ve “nasıl yabânî kalınır?” sorularına cevap niteliğinde “Yabânîlik” dersleri almıştı. İnsâniyet derslerini sevmiş, Yabânîyet derslerinden ise nefret etmişti. Sevgi ve nefret, insanda bu iki zıt duygu da vardı. Ayaz, bu duyguları ve daha fazlasını Büyük Ev’de keşfetmişti.

Seksenini aşan büyükanne Büyük Ev’in hem temeli, hem de direğiydi. Herkes gibi Ayaz da ona çok değer veriyordu. Konuşturulsa ev sakinleri farklı şeyler söyleyebilirdi. Ancak büyükannenin sevilmemesinin ortak sebebi büyükannenin sahiplenmeci tavrı olabilirdi.

Ayaz’da büyük ruhlu kadının bu özelliğini sürekli dile getirir ve tam beceremese de ona benzemeye çalışırdı. Ona karşı sevgisinin ve saygısının ana nedeni sahiplenilmekti. Ne büyük bir değerdi sahiplenilmek. En büyük ikramdı sahiplenmek. Babalar ve analar sahip çıkarlardı yavrularına, bu insanlarda hatta hayvanlarda bile müthiş güzel bir vasıftı. Ve büyükannesi, kendisini bildi bileli ona değer vermiş ve onu sahiplenmişti.

Mıknatısın özelliği dağınıkları çekip toplamaksa, onu Büyük Ev’e çeken asıl mıknatıs büyükannesiydi. O da birbirlerinden haz etmeyenleri bile burada topluyordu. Fakat evin kuralı büyükanne içinde geçerliydi. Büyük Ev’de yaşayanlar, zahiren büyükanneye daha yakındılar; dışardakiler öyle hissediyorken, içerdekilerde tam tersini düşünüyorlardı. Büyükannenin başkalarına ilgisini hazmedemiyorlardı.

Günlerden bir gün Ayaz’ı yanına çağırdı büyük yürekli kadın. Ayaz koşarak tekmil verdi: “Buyur babaanne!” Tebessüm etti büyükhanım. Gülümsemesi parlayan bir yıldız gibi doğdu loş odaya. Seven ve sevilen arasında nice hoş anlar yaşanır. Nice yıldız doğar kararmış gönüllere bir tebessümle. Ayaz bunu defalarca yaşadığından alışmıştı artık. Babaannesinin onu çağırmasıyla karanlık dünyası aydınlanırdı her seferinde. Hüzün dağıldı yine ve yine unuttu etraftakileri sabrın çocuğu.

Yaşlı kadın yıllanmış koltuğuna oturmuş; “Gel evladım!” dedi Ayaz’a. “Gel, yanıma gel Ayaz’ım!” “Gel” denir de gidilmez mi, gitmekti neydi, uçtu Ayaz yorgun dizlerin dibine. Büyükannenin kırışık ellerine yapıştı. İki eliyle iki elini tutmuş bir sağ elini bir sol elini öpüyor; “Buyur sultanım, emret!” diyordu. Sultandı babaannesi Ayaz’ın gözünde. Büyük Ev’in, büyük sultanı.  

Büyükanne neşesi kaçık bir ses tonuyla; “Sana diyeceklerim var evladım!” dediğinde, yüzündeki yıldız sönüverdi birden, Ayaz’ın. Gözlerini dikti yorgun gözlere. Sanki an durdu, Ayaz yutkundu. Ve Sultan başladı konuşmaya. Uzun uzadıya anlattı. Loş oda iyice karardı. Güneş batmışken kendi güneşinin yakında batacağını öğrendi, Ayaz. Daraldı, daraldı, nefes alışverişi değişti. Büyükanne sağlık durumundan bahsetmiş ve doktorların söylediklerini Ayaz’a iletmişti. Ardından da Ayaz’a istediğini söyledi; tek tek, tane tane…

Sultanın son emriydi, yerine getirilmeliydi. Büyükanne, Büyük Ev ile Ayaz’ın ilgilenmesini istemiş, kendi dairesine çocuklarıyla birlikte taşınmasını talep etmişti. Demek kalp kalbe karşıydı; Ayaz’ın büyükanneye hissettikleri hiçbir zaman karşılıksız kalmamıştı.

Büyükanne, kendi çocukları ve diğer torunları varken, dışlanan Ayaz’a vermişti evini. O kadar da değildi. Amcalarıyla anlaşamazlarsa onun Büyük Ev’i terk etmeyip onlara sabretmesi, onlarla ilgilenmesiydi kadının isteği. Değersiz gördüklerine değer verirler miydi? Nasıl görürlerse görsünler o; “Tamam” dedi büyükanneye; “Tamam sultanım, sakın gözün arkada kalmasın.”

Nedendi bu seçim; büyükanne onca kişinin arasından neden Ayaz’ı seçmişti? Yaşlı kadın, yıllar içinde herkesin karakterini çok iyi keşfetmişti. Ayaz kendisi gibi sahiplenmeciydi. Babaannesi onu sahiplendiği gibi, o da her şeyiyle onu sahiplenmişti. Ayaz etrafındakilere karşıda aynıydı, bu karakterinde vardı. Arayan aradığını bulmuş, bulduğunu yanından ayırmamış, onunla sürekli ilgilenmiş, kuyumcu ustası gibi elindeki altını yıllarca işlemişti.   

Günler sonra büyük usta, ilaçlar tarafından esir alındı. Güçsüzlüğü onu yatağa düşürdü. En korktuğu şeydi yatağa düşmek ama gel gör ki hayat imtihanında nelerle karşılaşılmıyordu ki; her bir üzüntü veren hal ile boğuşmak zorundaydı insan. Üzüntü veren hallerinin üstesinden gelenler başarılıyken, büyükanne hayatı boyunca başarılı olmuştu.

Dertleri dert edinmeyen, dertleri derleyip dağıtan kadındı o. Büyük Ev’in büyükannesiydi o. Çileyi yudumladıkça azmi artan; onu bir şiir kitabı olarak okuyan kadındı o. Fakat her doğan terk ederdi bu fâni âlemi. Sırasını bekliyordu her bir canlı “merhaba” dedikten sonra “hoş çakal” demek için. Kimler gelip gitmemişlerdi ki, büyükanne kaçıncı büyükanneydi kim bilir?

Şimdi de sıra ona gelmiş gibiydi. Yılların yorgunluğunu iliklerine kadar hisseden kadın, son yolculuğuna çıkmaya hazırlanıyordu. Etrafında pervane olanlar, kurumuş dudaklarında dilini gezdiren kadına su verdiler. Belki de bu son içeceğiydi. İçmeye çalıştı ancak başaramadı. Su içtiği bardağı sanki ona yabancılaşmıştı. Ölümün soğukluğunu hissettiler odadakiler. Su verenlerin bile boğazları kurudu.

Ölüm, büyük bir hadiseydi ve bu hadiseye şahit olacaklarını düşünenler gözyaşlarını tutamadılar. Ölüm sessizliği odayı ele geçirdi. Başları yere eğilenler başlarını kaldırınca önce büyükanneye bakıyorlar sonra da birbirlerini yokluyorlardı. Çok zor bir an yaşanıyordu. Dudaklar kurumuş, yutkunur vaziyette sessizliğe teslim olmuşlardı.

Büyükanne ise diliyle sürekli bir şeyler söylüyordu. Her zaman yanında olan tesbihi yanında değildi ama zikir çektiği her halinden belliydi. Zâkire bir kadında büyükanne. Sabah namazıyla başlardı Rabbini anmaya. Her namazın ardından da tesbihatını uzun uzun yapardı. Herkes onu bu özelliğiyle tanıdığından tesbihat zamanında kimse yanına gelmezdi. Bu dünyadaki son zikirlerini çekiyordu. Son nefesler, son kelimeler… Ve… Durdu birden çatlamış dudaklar, ardından usulca kapandı buğulu gözler. Bir büyükanne geçti bu fani yurttan, bir kalender kadın, bir eş, bir ana ve bir mü’mine…

Ertesi gün Ayaz, bir cenazenin ardından büyükannesinin sözlerini hatırladı. İnsanlar cenazeyi defnedip kaçarcasına kabristanı terk ederlerken; “Vakti gelmeyenler hiç demesinler; “biz gitmeyeceğiz!” diye evladım! Bak ölümden kaçanlarla dolu şu köhne kabirler. Ölüm, çok büyük bir hâdise, lakin anlamamak için direniyor bu gâfil nefisler.” demişti Ayaz’a.

Ayaz büyükannenin kabrinin başında etrafına bakındı ve sicim gibi gözyaşları dökerken acıyla söylendi: “Eyy eyy! Kime kaldı ki bu dünya; hani han-hamam sahipleri, hani dünyalıkları ile çalım satanlar, hani ölmeyecekmiş gibi yaşayanlar, hani insanlara tepeden bakanlar, hani şana şöhrete tapanlar hani şimdi neredesiniz? Ahh ah nerede, nerede?”

Minhâc Dergisi 13. Sayı | Nisan 2025 | Urve Tahir

Bir Cevap Yaz