“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” [Hûd: 11/112] buyuran Âlemlerin Rabbi, her türlü ikramın sahibi, kullarına karşı merhametli, el-Kerîm, er-Rahîm ve en-Nasîr olan Allâh’ın ismiyle… Şükründen acizler olarak, O el-Hamid’e yarattıkları âdetince hamd ederiz. O’dur, tek sahibimiz; O’dur, yegâne velimiz. O’nun seçip, sekaleyne imâm kıldığı Muhammed Mustafa’ya, O’nun pak âline ve ashabına salât ve selâm olsun.
Değerli okurlarımız! Minhâc Dergisi’nin 9. sayısı “İstikâmet Sayısı” olduğundan biz de istikâmet kavramını “on madde” üzerinden değerlendirdik. Rabbimizden niyâzımız; yazdıklarımızı okurlarına ve yazarına dareyn azığı kılmasıdır. O dilerse her bir harfe, bin bereket ve bin şifa koyar.
Tevfîk, kulu olmakla şeref duyduğumuz Allâh’u Teâlâ’dandır.
İstikâmetin Tanımı:
İstikâmet, lügatte; ayakta durmak, kalkmak, düzeltmek, bir iş üzerinde itidalli olmak, devamlılık ve sebat üzere sabit olmak gibi mânâlara gelir. Istılâhta ise istikâmet; isyan içerikli şeylerden kaçınarak doğru yola girmek, doğru yolda itaat üzere durmak, hakta sebat ederek bâtıla meyletmemek demektir. İstikâmet; dosdoğru, mutedil ve mustakîm olmayı ifâde eder, eğrinin zıttıdır. Doğruluk üzere hakta sebat edip, eğrilikten uzak olan ahlâklı kişiye “mustakîm” denir. Mustakîm kelimesi, Kur’ân’ı Kerîm’de tartının [İsrâ: 17/35], Allâh yolunun [Şûrâ: 42/52] ve Allâh yoluna giren insânın vasfı olarak kullanılmıştır. Ayrıca İslâm dîni de “sırâtı mustakîm” olarak adlandırılmıştır.
İstikâmet ve Mustakîm:
(1) İstikâmet, rahmettir. Rabbimiz, er-Rahmân ve er-Rahîm’dir. Rabbimizin kullarına rahmeti her dâim gelir. Mustakîm, dareynde rahmet sahibidir.
(2) İstikâmet, kerâmettir. Rabbimiz, el-Veli’dir. Mü’minlerin velisidir. Onları sever ve sevdiklerini de dost edinir. Dost edindiklerine de dilediğince ikram eder. Mustakîm, en büyük kerâmet olan istikâmet sahibidir.
(3) İstikâmet, nusrettir. Rabbimiz, en-Nasîr’dir. Kullarını gören ve gözeten, yardımını indirendir. Nusret görmeyen nasıl ayakta kalır, ayakta kalamayan hedefe nasıl varır? Hiç şüphesiz ki yardım ve başarı Allâh’tandır. Mustakîm, en büyük desteğin sahibidir.
(4) İstikâmet, saâdettir. Rabbimiz, en-Nâfi’dir. Hayır ve menfaat veren şeyleri yaratıp kullarına ikram edendir. Hayır, fayda ve menfaatle gelen saâdet, ancak O verirse gelir. Tuğyânda huzur arayanların, fânî seraplara dalanların, huzursuzlukları ortadadır. Ölümden kaçmaya çalışıp, sahtelikler çöplüğünde huzur ve saâdet arayanlar, neyi-nerede arayacaklarını bilmeyenlerdir. Huzur ve saâdet, ancak İslâm’dadır. Allâh’ın rızasının olmadığı yerlerde ve şeylerde saâdeti arayanlar gaflet ehlidirler. Mustakîm, gafletten korunmuş, hakiki saâdete kavuşmuş, saâdet yolunda yürüyen, dareyndeki huzurun asıl sahibidir.
(5) İstikâmet, berekettir. Rabbimiz, el-Kerim’dir. Cömertçe ikram edendir, cömertliği sınırlanamaz, tüm hayırlar ve bereketler O’nun ikramıdır. Hayâtı bahşeden de hayâttaki tüm nimetleri bahşedenden de sadece O’dur. Dilediği nimetleri kulları için bereketli kılan, dilerse verdiği ömürleri de kulları için bereketli kılar. Mustakîm, dünyevî nimetlerle bereketlendiği gibi, hayât sermayesi de bereketli olandır; 0 dünyâyı satıp, âhireti alan asıl kâr sahibidir.
(6) İstikâmet, heybettir. Rabbimiz, el-Kaviyy’dir. Hiçbir zaman gücünü yitirmeyen, tüm kudretin yegâne sahibidir. En-Nasîr’in yardımını alıp, dosdoğru yolda tavizsizce yürüyenlere heybet verilir. Mustakîm, bedeni küçük olsa bile büyük bir heybet sahibidir.
(7) İstikâmet, izzettir. Rabbimiz, el-Muizz’dir. Kullarına şeref ve izzet verendir. Tüm izzetin sahibi olan el-Aziz, mü’minleri de tevhîdle izzetlendirmiştir. Mustakîm, dareynde izzet ve şeref sahibidir.
(8) İstikâmet, hidâyettir. Rabbimiz, el-Hâdî’dir. Sırâtı mustakîme iletip, hidâyete erdirendir. O’dur, îmân nûru ile aydınlatan, karanlıklardan aydınlığa çıkarıp, hakka irşad eden. O’dur, îmân bahşettiklerinin îmânını, hidâyet verdiklerinin hidâyetini artıran. Mustakîm, er-Raşîd olanın büyük ikramına nâil olan, îmân sahibidir.
(9) İstikâmet, nimettir. Rabbimiz, el-Vehhâb’dır. Karşılıksız lütufta bulunan, çeşit çeşit nimetleri çokça bağışlayandır. Cennet, ebedî nimetler yurdudur; dünyâda istikâmet nimetiyle nimetlenenler, cennette ebedî nimetlere kavuşacaklardır. Mustakîm, el-Vâris’in kulu olarak, cenneti varisi ve cennet nimetlerinin sahibidir.
(10) İstikâmet, tarîk-i cennettir. Rabbimiz, Mâliku’l-Mülk’tür. Bilinen bilenmeyen, görülen görülmeyen mülkün tek sahibidir. Tüm mülkünde hâkimiyet ve tasarruf kendisindedir. Dünyâ mülkünde bir yerden bir yere giden nice yollar varken, dünyâdan cennete giden yol ise hakta sebat, tevhîdde istikâmettir. Mustakîm, el-Melik’in kulu olarak cennet yolunda yürüyen, minhâc sahibidir.
İstikâmetin Kısımları:
İstikâmet kavramını “on madde” üzerinden açıkladıktan sonra, şimdi de yine “on madde” üzerinden istikâmetin kısımlarına değinelim. Zira istikâmet, hayâtın içerisinde birçok alanda karşımıza çıkar ve her yerde gereklidir. Kul, kalben istikâmet ehli olması gerektiği gibi, yine dili ve organları ile de istikâmet üzere olmalıdır. Ferden istikâmet üzere olması gerektiği gibi, yine ictimaî ve ümmetsel alanda da istikâmet üzere olmalıdır.
(1) Tevhîdde İstikâmet:
Tevhîd, Allâh’u Teâlâ’yı rubûbiyyetinde, ulûhiyyetinde, isimlerinde ve sıfatlarında birlemek ve O’na eş koşmamak demektir. Sıratı mustakîm yoluna girmek, Allâh’a hakkıyla îmân etmek, Allâh’ı birlemeden olmaz. Tüm peygamberlerin ilk dâveti, tevhîd dâvetidir.
“Senden önce hiçbir rasûl göndermedik ki ona: ‘Benden başka ilâh yoktur, şu hâlde Bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” [Enbiyâ: 21/25]
Tevhîd, olmadan îmân, îmân olmadan da hiçbir şey olmaz. Zira tevhîd, dînin başıdır, sonudur. Biz muvahhîdler olarak “illâ tevhîd” diyenleriz. Neden “illâ tevhîd”, neden tevhîd olmadan olmaz? Çünkü tevhîd, hayâtın amacı, yaratılış gayesi ve el-Ehad olan Rabbimizin kula en büyük emridir. El-Hâlık olan Rabbimiz, insânları ve cinleri kendi zatına kulluk için yarattığını bildirmiştir. Sekaleyn yani insânlar ve cinler kullukla mükelleftirler. “Kulluk nasıl yapılır?” denirse, deriz ki; “kulluk, tevhîde îmân edildikten sonra ölünceye kadar tavizsizce yaşanarak yapılır.” Bunun aksi düşünülemez. En büyük yasak olan şirki hayât yapanların, tevhîdi bilmemesi, onu istememesi ve yaşamaması doğaldır. Zira tevhîdin olmadığı yerde şirk vardır.
Tevhîd, âlemlerin Rabbinin kuluna vermiş olduğu en büyük ikramdır. El-Hâdi olanın hidâyetinden daha büyük bir ikram düşünülemez. İşte ehli tevhîd, tevhîd ile böyle bir ikrama nâil olmuştur. Yapması gerekense bu ikrama sahip çıkarak onu korumaktır. Tam burada tevhîdî istikâmet gündeme gelir.
Şeytân ve dostları, Rahmân’ın dostlarına karşı nice desiselerle ve tuzaklarla saldırsalar da ehli tevhîd, îmânî bir mukavemetle onlara karşı direnir. Hatta îmânî direnişi hayât yapar. Seçilen tevhîd elçileri ve onların yolunu yol edinen rabbânîler gibi, o da tevhîdin rehberliğinde kendisine ölüm gelinceye dek yürür, tevhîdî istikâmet üzere olur.
İnsânlar umumiyetle ziyândadır; Rabbimiz ise hüsran da olmayanları bize şöyle bildirir: “Asra andolsun ki muhakkak ki insân hüsrandadır. Ancak îmân edip salih ameller yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesna. ” [Asr: 103/1-3] En başta tevhîdî bir îmân olmadan kula kurtuluş yoktur. Tıpkı ibâdetlerini ve salih amelleri yapmayanlara, hayât yolunda sabrı ve hakkı birbirlerine tavsiye ve nasihat etmeyip, hak dâvetçisi olmayanlara bir kurtuluşun olmadığı gibi…
(2) İlimde İstikâmet:
İlim, bir şeyin hakikatini doğru bir biçimde bilmektir. Sırâtı mustakîm yolunun yolcusu, ilmin cennete götüreceğini yakinen bilir ve inanır. “Her şeyin bir yolu vardır. Cennetin yolu ise ilimdir.” [Deylemî] Şerî ilimleri tahsil etmek farzdır. “İlim talep etmek, her erkek ve kadın Müslüman üzerine farzdır.” [İbn Mâce] Allâh’u Teâlâ katında ilim verilenler, verilmeyenlerden daha üstündür. Kur’ân’ı Kerîm’de Rabbimiz ilim sahiplerini övmüştür. “Allâh, melekler ve ilim sahipleri, ondan başka ilah olmadığına adaletle şâhitlik ettiler. Ondan başka ilah yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” [Âl-i İmrân: 3/18] “Kulları içinden ancak âlimler, Allâh’tan (gereğince) korkar.” [Fâtır: 35/28]
İlim, cehâletin ilacıdır. Cehâlet, inkıraza; ilim, ihyâya vesiledir. İlim, hakkın bilgisini ortaya koyar. İlim sofrasından beslenenler aç kalmazlar. İlim, tâğûtların tuğyânını insânların önüne serer. Bir muvahhîd, zulumâtın önderi olan şeytânı ve şeytânlaşanları ilmin nûruyla tanır. İlim, amelin imâmıdır. Kişi, ibâdet hayâtında neyi-nerede-nasıl yapacağını ilimle öğrenir. İlim, paha biçilemez bir değerdedir; değerli olanı elde etmek için de elbette çok çalışmak gerekir. Çalışmak içinse sabır ve sebat kaçınılmazken, ilmi korumak için de istikâmet şarttır.
(3) İbâdetlerde ve Salih Amellerde İstikâmet:
İbâdet, kulun Rabbine şuurlu itâati olup; boyun eğmenin, tâatin ve tazimin bir ifâdesidir. Yaratılış gayemiz, hak mâbûd olan Allâh’u Teâlâ’ya ibâdettir. Zira Rabbimiz; “Ben, cinleri ve insânları ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım.” [Zariyat: 51/56] buyurmuştur. Rabbimize kulluğumuzu sunarken de her türlü şikten beri olmamız gerekmektedir. “Allâh’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.” [Nisâ: 4/36]
Bizler, bu fânî dünyâda; “geçiçi işlerle hoş (boş) zaman geçirelim, yiyelim içelim, gülelim eğlenelim” diye burada değiliz. Bu fânî dünyâ bir imtihan yeridir; vaktimiz kısıtlı, nefesimiz sayılı, ömrümüzse sınırlıdır. Boş işlerle uğraşan, geliş gayesine göre yaşamayan milyarlarca insân diriliş gününü beklemektedir. Onlar, tekrar bu dünyâya gelip Rabbimizin rızasını kazanacak işler yapmak isteseler bile artık iş işten geçmiş, verilen ömür bitmiştir. Ölenler için iş işten geçse de hâlen dünyâ hayâtını yaşayanlar akıllarını başlarına almalı; “Ben, bu dünyâda neden varım?” sorusuna doğru cevâb vermelidirler. Şayet doğru cevâb veriyorlarsa bundan sonra yapılması gereken, ihlâs ve samimiyetle verilen cevâbı dosdoğru bir şekilde yaşamak olacaktır.
(4) Dâvette İstikâmet:
Dâvet, hakka ve hayra çağırmaktır ve dînimizde son derece önemlidir. İslâm dîni, dâvet dînidir. Her bir Müslüman da bu dînin dâvetçisidir. İnsânlar hüsrandayken hüsran olmayanlar dâveti hayât kılanlardır. Rabbimiz, Nebîmiz aleyhisselâm’ı ve O’nun ümmetini yaratmış ve yaratmaktadır. Ümmeti Muhammed, en hayırlı ümmet olarak tüm insânlığı hakka dâvet etmekle mükelleftir. Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
“İçinizden hayra dâvet eden, iyiliği (marufu) emredip, kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun.” [Âl-i İmrân: 3/104]
“Siz, insânlar içerisinden çıkarılan en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği (marufu) emreder, (münkerden) kötülükten sakındırır ve Allâh’a îmân edersiniz.” [Âl-i İmrân: 3/110]
Nebîmiz aleyhisselâm, kötülük ile mücadele edilmesini bizlere bildirmiştir. “Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. Bu îmânın en zayıf derecesidir. [Müslim] Yine Nebîmiz aleyhisselâm, zalim yöneticiye hakkı beyân etmenin en faziletli cihâd olduğunu söylemiştir. “Cihâdın en faziletlisi, zalim sultana/idareciye hakkı söylemektir.” [Tirmizî]
Hayra çağırmak, emri bi’l-mâruf yapmak bir dâvettir; tıpkı şerri def edip, nehyi ani’l-münker yapmanın bir dâvet olması gibi. İyiler, iyi işleri tavsiye ederlerken yine kötü işlerden de uzak durmaya ve uzak tutmaya çalışanlardır. Dâvet, dâvetçilerle yürür ve ayakta kalır. Dâvet, büyük bir cihâddır. Bu yolda başa gelenlere de sabredilmesi gerekir. Nebîmiz aleyhisselâm ve diğer peygamberler her biri dâvetçidirler. Her Müslüman da dâvetçi olmak zorundadır. Kişinin; kendini peygamberlerle kıyaslayarak; “Ben, dâvetçi olamam!” demesi yanlıştır. Her mü’min, kendi imkânlarıyla, kendi çapında hakka olan şehâdetini yerine getirmeli; bâtıla karşı kıyâmını dâvet ile göstermelidir.
(5) Ahlâkta İstikâmet:
Ahlâk, iyi ve kötü sayılan tüm mânevî vasıfları, huyları ve onların tesiriyle ortaya çıkan şuurlu ve iradeli davranışları ifâde eder. İnsân, bedeniyle ve ruhuyla insândır. Bedenî ibâdetleri, ruhî arınma olmadan yapanlardan amelleri kabul edilmez. Ahlâk, insânlardan bazılarına münhasır kılınamaz. Övülen ahlâk üzere olup, yerilen ahlâktan kaçınmak her mü’min için şarttır. Örneğin; riyâ ile yapılan ameller Allâh katında kabul edilmezler. Öyleyse, riyâdan kurtulmak ve ihlâs üzere olmak farzı ayndır. İhlâs gibi farzı ayn olan ahlâkî kavramlar öğrenilip hayât yapılmalı; zıttı olan riyâdan da her daim kaçınılmalıdır.
Ahlâkın ferdi tarafı olduğu gibi ictimâî ahlâkta vardır. Kişi, iç âleminde de ahlâklı olacağı gibi insânlar arasında da ahlâklı olmalıdır. Örneğin; emânete ihânet etmeyen, sözünde duran sadık ve emin insânlar övülmüşlerdir. Nebîmiz aleyhisselâm bir hadislerinde; “Emin ve güvenilir tâcir, peygamberler, sıddîklar, şehidler ile beraberdir.” [Tirmizî] buyurmuştur. Yani elinden ve dilinden Müslümanların zarar görmediği insân hakiki Müslüman’dır. Zira yine Nebîmiz aleyhisselâm; “Müslüman, dilinden ve elinden diğer Müslümanların (zarar görmeyip) emin olduğu kimsedir.” [Buhârî, Müslim] buyurmuştur.
Müslüman şahıs, ahlâkı ile sayılır ve sevilir. Saygı olmadan sevgi olmaz. Ahlâklı insânlar, saygıyı hak eden insânlardır. Saygı, beraberinde sevgiyi getirir. Nebîmiz aleyhisselâm, insânların en ahlâklısıydı. O, tüm hayâtında ümmetine de ahlâklı olmaları için (kavlî ve fiilî) en güzel örnekliği sunmuştur. Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Andolsun ki, Allâh’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allâh’ı çokça zikredenler için, Allâh’ın rasûlünde sizin için (takip edeceğiniz) en güzel örneklik vardır.” [Ahzâb: 33/21] Nebîmiz aleyhisselâm, bizim için her konuda örnek ve rehberdir. O’nun örnekliğini ve rehberliğini bırakarak başkalarını önder-lider-serok kabul edenler dünyâda ve âhirette hüsran içerisindedirler.
Nebîmiz aleyhisselâm, ahlâkı azîm/büyük olandır. Rabbimiz, O’nu edeblendirmiş ve ahlâkını âlemlere örnek kılmıştır. Mü’minler de O’nun hayâtına bakarak her alanda O’na benzemeye çalışmalıdırlar. O’na benzemek, her mü’minin gayesi olmalıdır. Rabbimiz, Nebîmiz aleyhisselâm için; “Muhakkak ki sen, pek büyük bir ahlâk üzerinesin.” [Kalem: 68/4] buyurmaktadır. Siyer ve ahlâk kitaplarını okuyanlar, Nebîmiz aleyhisselâm’ın pak ahlâkının büyüklüğünü görebilirler. Nebîmiz aleyhiselâm ve O’nu takip edenler nasıl ki her dönemde ahlâklı bir hayât yaşamışlarsa bu günün mü’minleri de istikâmet üzere ahlâkı hayâtlarına şâhid kılmalıdırlar.
(6) Âdâbda İstikâmet:
Âdâb, edeb kelimesinin çoğulu olup; dînin lüzumlu gördüğü ve aklın güzel bulduğu tüm görgü kurallarını ifâde eder. Müslüman, ahlâk insânı olması gerektiği gibi yine âdâb insânı da olmak zorundadır. Zira dînimiz İslâm, ahlâk ve âdâb dînidir. Bir rivâyette Nebîmiz aleyhisselâm’ın; “Beni, Rabbim edeblendirdi. Ne güzel edeblendirdi.” [(Münâvî, Feyzü’l Kadir, 1: 224)] dediği aktarılır.
Ahlâka ve âdâba riâyet edenler, insânlar tarafından sevilir ve sayılırlar. Ahlaksız ve âdâbsız olanlarsa (belirli makam ve mevkie gelmiş, maddî imkânları fazla ve yaşları büyük olsalar da) sevilmezler ve sayılmazlar. Belki bu insânlara karşı anlık olarak görüntüde bir saygı gösterilse de kalblerde onlara karşı sevgi ve saygı yoktur.
Hayâtın her alanında âdâb önemliyken yine ilim içinde âdâb kaçınılmazdır. Muhammed ibn Sirin rahimehullâh, tabiinden bahsederken; “Onlar, ilmi öğrendikleri gibi edebi de öğrenirlerdi.” demiştir. Yine aktarıldığına göre İmâm Mâlik rahimehullâh; “Ey yeğenim! İlim öğrenmeden önce edeb öğren.” [Hilye: 6/330] diye nasihatte bulunmuştur. İmâm Malik rahimehullâh’ın annesi de oğluna en güzel elbiselerini giydirmiş ve başına sarık sararak; “Haydi Rebia’ya git! Onun önce edebini, sonra ilmini öğren.” [el-Kâdî İyâz: 1/130] demiştir. Ulemânın hayâtından ve sözlerinden de görüyoruz ki; ilmin başı, ihlâs ve edebdir. İhlâssız ve edebsiz ilim, kişiyi şeytânlaştırır. Şeytân, cehâletinden değil, kibrinden ve edebsizliğinden kâfir olmuştur. Müslümanlar, dîni bir bütün olarak algılamalı, âdâba önem vererek, her yerde âdâb üzere olmalıdırlar.
(7) Sabırda İstikâmet:
Sabır, nefse ağır gelen durumlarda, dünyâ ve âhiret selâmetini düşünerek, sükûnet ve dirâyet üzere durmaktır. Sabır, kul için kaçınılmaz bir ahlâktır. Zira hayât için en gerekli kavram sabırdır. Kişi, hayâtının içerisinde 7/24 kabilinden her anı için sabırlı olmalıdır. Kul, ibâdetlerini sabırla yerine getireceği gibi, başına gelen hâllere de sabretmelidir. İmtihan gereği bazen kendisi, bazen de sevdikleri hasta olduğunda isyan etmemeli ve sabretmelidir. İlim öğrenmek için sabrettiği gibi, öğrendiklerini anlatırken de sabrı yudumlamalıdır. Rabbini razı etmek için çeşitli hizmet faaliyetlerinde bulunurken, istemediği şeylerle karşılaştığında sabır kalkanıyla kendini ve hâlini korunmalıdır. Cihâd meydanlarında bir mücâhidin sabretmeden zafere erişemediği gibi, kulda harb yerini andıran hayât meydanında bir mücâhid edasıyla sabrı kuşanmalıdır.
Sabır nimetinden mahrum olanlarsa sabra bağlı bin tane nimetten mahrum olacaklardır. Sabrı istikâmet üzere hayât yapanların hayâtları kolaylaşacak; onlar, bulundukları yerlerde rahat edeceklerdir. Evliyse evinde, eşine ve çocuklarına karşı müsamahakâr olacaktır. Çalışıyorsa işçisine ya da işverenine anlayışla davranacaktır. Hocaysa talebesine, talebeyse hocasına saygıyla ve sevgiyle bakacaktır. Sözün özü; havasız, susuz yaşanamadığı gibi sabırsız da yaşanmaz. İllâ sabır, illâ sabır ve yine illâ sabır, vesselâm!
(8) Şükürde İstikâmet:
Şükür, yapılan iyiliğin kıymetini bilmek ve iyilik edeni överek, nankörlük yapmamaktır. Şükür etmek, şâkirlerden olmak Müslüman’ın bir vasfıdır. Zira Müslüman, her nimetin sahibinin Allâh’u Teâlâ olduğunu aklından hiç çıkarmaz. Nimetleri bahşedeni unutmadığı gibi nimetler kendisine geldiğinde nimetlerin sahibine şükrünü sunar. Dil ile şükrünü sunduğu gibi, yine bedenen de şükrünü sunar. Zira bir rivâyette geçtiğine göre Nebîmiz aleyhisselâm’ın mübarek ayakları geceleri çok ibâdet ettiğinden şişerdi.
Âişe validemiz, Nebîmiz aleyhisselâm’a; “Ey Allâh’ın Resûlü! Allâh’u Teâlâ, geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladığı hâlde, niçin bu kadar yoruluyorsunuz?” dediğinde Nebîmiz aleyhisselâm; “Rabbime şükreden bir kul olmayayım mı?” [Buhârî, Müslim] buyurmuştur. Kul, kulluğunu unutmadan verilen nimetler karşısında acziyetini itiraf ederek; “Şükründen acizim yâ Rabbi!” demelidir.
Şükür gibi sabır da önemli bir kavramdır. Zira biz mü’minler için, başımıza gelen hâller ya sabrettiklerimiz ya da şükrettiklerimizden ibarettir. Bir Müslüman, sabrı bırakıp isyan edemeyeceği gibi, yine şükrü bırakıp nankörlükte yapamaz. Rabbimiz sabredenleri sevdiği gibi şükredenleri de sever. Razı olunan bir hayât, sabırla ve şükürle yaşanılan bir hayâttır. Sabır da şükür de îmândandır. “Îmân iki kısımdır: Yarısı sabırda, yarısı şükürdedir.” [Beyhakî] Öyleyse mü’minler, îmânı hayât yapanlar olarak, sabır ve şükür arasında bir hayâtı yaşamalıdırlar.
(9) Vahdette İstikâmet:
Vahdet, ictimâî alandaki tevhîddir. Allâh’u Teâlâ, mü’min kullarının fırkalara ayrılmalarından ve güçlerinin dağılmasından razı değildir. Bilakis Rabbimiz, kullarının birlik ve dirlik içerisinde olmalarını onlara emretmiştir. “Hep birlikte Allâh’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı tutunun. Parçalanıp ayrılmayın.” [Âl-i İmrân: 3/103]
Vahdet, ictimâî alanda farzken, tefrika ise ictimâî alanda haramdır. Farzı yerine getirenler kazanırken, haram işleyenlerse dareynin kaybedenleridir. Bundan dolayı Müslümanlar, Allâh için bir araya gelmeli ve namazdaki gibi safları sıklaştırmalı ve birbirlerine Allâh için sahip çıkmalıdırlar.
Gün, zayıflık günüdür. Ümmet, paramparçadır. Tüm dünyâda tevhîd ehli zor durumda ve her türlü imkânsızlık içerisindedirler. Bu durumdakilerin birbirleriyle uğraşmaları caiz midir? Asla! Şeytân ve şeytânîler, Müslümanların tek bir saf halinde olmalarını istememektedirler. Bunun içinde türlü mekr ve keyd, hile ve tuzaklarla muvahhîdlere saldırmaktadırlar. Yapılması gerekense onların saldırılarına karşı savunmaya geçip, ümmetin vahdetini istemektir. Vahdeti yerine getirip, Allâh için bir araya gelen muvahhîdlerse vahdette istikâmet üzere olmalıdırlar. Zira vahdet zorken, vahdette istikâmet daha da zordur.
(10) Hizmette İstikâmet:
Hizmet, yapılması gerekenleri yapmak için çalışıp, çabalamak, yorulup terlemek, gerektiğinde ömürden, bedenden, maldan ve evlattan ferâgat ederek yollara düşmektir. Dünyânın adamları, dünyâlık işlerde koşturarak, dünyâyı imar ve inşa ederler. Âhiretin adamları ise Allâh yolunda ömürlerini vakfederler. Dünyânın adamlarının elinden ölümle birlikte her şeyleri alınır. Âhiretin adamlarına ise her şey verilir.
Akıl sahibleri, Allâh’ın rızası doğrultusunda çalışıp çabalamışlar, yorulup terlemişlerdir. Ömürler, Allâh’a adanırsa değerlenir. Bedenler, Allâh yolunda koşturmayla heybetlenir ve izzetlenir. Mallar, Allâh yolunda harcandıkça bereketlenir ve kıymetlenir. Evlatlar, Allâh’a adanınca güzelleşir.
Hizmet, Allâh yolunda mü’minler için kaçınılmazdır. Zira her dâvânın hizmetçileri vardır. Hak dâvânın da olmuş ve olacaktır. Allâh’ın dîni ve İslâm ümmeti için gayret sarf etmek, çalışıp çabalamak ne güzel gayret, ne güzel bir çabadır. Bu gayretin sonuçları fânî dünyâ ile sınır değildir; bilakis Allâh gayret ehlinin mükâfâtını âhirete taşır.
“İşte onların yaptıklarının karşılığı rableri tarafından bir bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. Onlar orada temelli kalacaklardır. Böyle amel edenlerin mükâfatı ne güzeldir.” [Âl-i İmrân: 3/136]
Hizmet, muhlislerin işidir. O hâdimler ki, muhlisâne yola koyulurlar. Onlar ki, Allâh adamları olarak hizmetlerinin karşılığını acizlerden beklemezler. Bilakis onlar, ukbânın adamları olarak tüm mükâfâtı, el-Kâdir’den bekleyenlerdir. Onlar, hak dâvetçilerin dediği gibi; “Bunun için sizden bir karşılık beklemiyorum. Benim ecrimi vermek yalnız âlemlerin Rabbine aittir.” [Şuarâ: 26/109] diyenlerdir.
Hakka hizmet yolunda yürümekte istikâmet ister. “Bu gün büyük işler yapalım, yarın yatalım!” diyenler İslâmî hizmeti anlamamışlardır. Yatıp dinlenme yeri dünyâ değildir. Şair der ki: “Sürgün eyle rahatı, de ki: Elvedâ!” Allâh yolunda rahatı kaçanlara, hiç rahatsız olmayacakları ebedî bir yurt var. Hizmet ehline ne mutlu!
Ayrıca unutulmamalıdır ki, hayra ve hakka hizmetin mükâfâtı Allâh’ın kuluna zâhiren ve bâtınen yardımıdır. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Ey îmân edenler! Siz, Allâh’a (O’nun dînine) yardım ederseniz, Allâh da size yardım eder. Ayaklarınızı sabit kılar, kaydırmaz.” [Muhammed: 47/7] Acziyeti büyük, ihtiyacı çok, garip kulları olarak, her daim Rabbimizin yardımını ve desteğini dileriz.
İstikâmetin Bozulması:
İstikâmetin değerini bilen hiç kimse istikâmetinin bozulmasını istemez. Ancak hayât boyu kişi mustakîm olamayabilir. Bunun zahirî ve bâtınî sebebleri vardır. Zahirî sebepler görünür sebeblerken, bâtınî sebeblerse görünmezler. Ancak bâtınî sebebler çoğu zaman zahirî sebeblere zemin hazırlarlar.
Hidâyet, Allâh’tan olduğu gibi istikâmette yine Allâh’tandır. El-Hâdi olan Rabbimiz, hidâyet verdiği gibi en-Nasir olarak da nasrını gönderir. Nebî aleyhisselâm; “Allâh’ım, nasrını/yardımı indir!” [Müslim] diye duâ etmiştir. Allâh’ın nasrı gelmeden fetih gelmez. Âyeti kerimede; “Allâh’ın nasrı ve fetih geldiği zaman.” [Nasr: 110/1] diye buyrulmuştur. Âyette fetihten önce, nasr zikredilmiştir. Nasrullâh/Allâh’ın yardımı, fetih kapılarını açan anahtardır. Kul, bunun şuurunda olmalı ve nasrullâh olmadan maddî ve mânevî fetihlerin gerçekleşmeyeceğini bilmelidir.
Şayet Allâh’tan bir yardım gelirse bazen madde cihetinden kazanamadıklarımız, zahiren ulaşamadıklarımız bile mânevî bir fethe, bâtinî bir kazanca dönüşebilir. Bunun tam tersi de mümkündür. Bazen nasrullâh gelmez ancak bazı zahîrî kazançlar elde edilebilir.
En büyük kazanç, Allâh’ın rızasını kazanmaktır, bu da zahirî kazanımlarla alakalı değildir. Bazen zahiren yenilenler, Allâh’ın izniyle bâtınen zafere ererler. Rabbimiz kullarını îmân cihetinden desteklerse; mânevî kuvvetle kul, küfre kafa tutar ve zalimlere hakkı haykırır. Bu kıyâmla belki (sihirbazlar ya da Gulam kıssasında olduğu gibi) zahiren canlarını kaybedenler olabilir. Ancak unutulmamalıdır ki; canlarını Allâh’a sunanlar, ebedî rızayı ve cenneti kazananlardır.
Bâtınî istikâmet, îmânî istikâmettir. Îmânî istikâmet ehli îmânın getirdiği diğer mânevî kuvvetlere de sahip olurlar. Tüm peygamberler ve onlara îmân edenler îmânî istikâmet ehlidirler. Şayet îmânlar zedelenir, gazaba vesile olan haramlar ve günahlar işlenirse bu durumda her şey altüst olur. Kazanım denilenler, zafer ilan edilenler, aslında büyük bir kayba dönüşür. Bundan dolayı zalimler, zulümleriyle kazandıklarını söyleseler bile onlar ebedî kaybedenlerdir. Dünyâları gitse bile Rablerini razı edenlerse ebedî kazananlardır.
Zahirî istikâmete kulun dîni hayâtından örnek verecek olursak; namaz kılan bir musalli, ölüm kendisine gelinceye dek namazın ehli olmalıdır. Namazın tatili olmaz. Îmândan sonra en başta gelen vazife, en değerli hediye namazdır. Namazdan taviz, dînden tavizdir. Dînde taviz verenlerse hüsrandadırlar.
Yine namaz gibi oruç da böyledir. Ramazan, oruç ve ibâdet ayıdır. Oruç tutmak ise sadece bir Ramazan’a has değildir. O da namaz gibi süreklidir. Her Ramazan, oruç ayıdır ve her mü’min saim olmalıdır. Ramazan’ı aynı heyecanla gözleyen ve istikâmetini bozmayıp, onu güzel aharlayanlar, asıl kazananlardır.
İstikâmet, ibâdet hayâtında kazanmanın yoluyken, yine bu durum dünyevî işler içinde böyledir. “Bu gün çalışayım, bir hafta yatayım!” mantığı kişinin ekonomik durumunu zora sokar. Kişi, kendisine ve ailesine yetecek kadar çalışmalı ve dinlenilecek zamanı bundan sonraya bırakmalıdır.
Rabbimiz, çalışana çalıştığının karşılığı verir; bu dareyn için geçerlidir. Tabi ki çalışmak da istikâmet üzere olmalıdır. Tembellik yapmak, hırslarına esir olmak, hased bataklığına düşmek zahiren de bâtınen de istikâmeti bozar. Kul, mânevî pusulasını şaşırmadan istikâmet üzere yol almalı ve istikâmetini bozacak her türlü hâlden de kaçınmalıdır.
İstikâmetin Fazileti ve Mükâfâtı:
Rabbimiz bir âyeti kerimede; “Allâh’ın rızası en büyüktür.” [Tevbe: 9/72] buyurmuştur. Öyleyse O’nun rızasına götüren şeyler küçük olamaz; mademki büyük olana ulaştırıyor öyleyse onlar da büyüktür. Mademki istikâmet, Allâh’ın rızasını götürüyor, öyleyse istikâmet de büyüktür.
İstikâmet, birçok hayrı kendisinde barındırır. İstikâmet en büyük kerâmet olduğu gibi, o Rabbimizin kuluna olan büyük bir ikramı, azîm bir nimettir. Öyle ki istikâmet nimeti, dünyevî şeylerle ölçülemez. Dünyâda en değerli görülen şeyler, îmân ve hidâyet nimetiyle kıyaslansalar, değersiz çakıl taşlarına dönerler. İstikâmet, dareynde izzetin ve heybetin vesilesi; bereketlere ermenin ve saâdete kavuşmanın yoludur.
İstikâmet ehlini Rabbimiz sever ve sevdiklerine de hususî rahmet eder. Mustakîm bir mü’min; “Mü’minlere karşı rahimdir.” [Ahzâb: 33/43] hitâbına nâil olur. İstikâmet, cennetin yoludur. İstikâmet ehli, Allâh’ın rahmetiyle ölümle birlikte önünde bulduklarından korkmayacak ve arkasında bıraktıklarından da hüzne kapılmayacaktır.
“Şüphesiz; ‘Rabbimiz Allâh’dır’ deyip, sonra da dosdoğru bir istikâmet tutturanlar var ya onların üzerine melekler (ölümleri anında) iner (ve derler ki:) Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size va’dolunan cennetle sevinin!” [Fussilet: 41/30]
“Şüphesiz: ‘Rabbimiz Allâh’dır’ deyip, sonra da dosdoğru bir istikâmet tutturanlar var ya artık onlar için korku yoktur ve onlar üzülmeyecekler de.” [Ahkâf: 46/13]
Ne mutlu İslâm ve îmân ile istikâmet üzere olanlara! Onlar, cennetin ashabıdırlar. Rabbimiz bizleri de onlardan eylesin. İslâm ve îmân üzere olmayanlar içinse cennet yoktur. Onlar, cehennemin ashabıdırlar. Onlardan olmaktan da Rabbimize sığınırız, el-Hafız olan Rabbimiz bizleri muhafaza etsin. Allâhumme âmin.
İstikâmet ehli muvahhîdlere selâm ve duâ ile…
Minhâc Dergisi 9. Sayı | Nisan 2024 | Hakan Emin
Bir Cevap Yaz