Dosdoğru yolun sahibi olan Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın ismi ile…
Hamd, çıkmazlar içerisinde yolunu dosdoğru kılan Allâh Subhânehu ve Teâlâ’yadır. Salât ve selâm ise bu yolun elçileri olan tüm peygamberleredir.
Biz mü’minler için asıl amaç, Allâh’ın hoşnutluğunu elde ederek dünya ve ahiret saadetine nail olmaktır. Bu hedefe en doğru ve en kısa yoldan ulaşmak ise hepimiz için elzemdir. Genel manada insanları, özelde ise mü’minleri, ilâhî rızaya ve asıl saadete namzet kılan Yüce Allâh, Peygamberleri aracılığıyla en sağlam ve doğru yolu bildirmiştir. Kuşkusuz bu yol, sırât-ı müstakîm yoludur. Hak Teâlâ bu yolu, saadete kavuşmak isteyenler için bir vasıta kılmış ve buna tabi olmak gerektiğini birçok âyette belirtmiştir. Bu ilâhî davet doğrultusunda istikâmet üzere olmak, doğrusu çok büyük bir lütuftur. Böyle bir lütuftan mahrum kalmak ise, dünya ve ahiret açısından nasipsizlik ve ciddi bir kayıp demektir. Biz de bu yeni sayımızda istikâmet kavramına değinip, onu elde etmenin zorluklarından daha da önemlisi istikâmet üzere kalabilme kerametinden bahsetmeye çalışacağız.
Gayret bizden başarı ise Allâh’tandır.
İstikâmet Kavramı
Sözlükte doğru, düzgün, dengeli, sabit ve kararlı olma gibi anlamlara gelen “kavm” kökünün mastarı olan “istikâmet” doğruluk, dürüstlük, adalet, itidal, itaat, sadakat ve dürüstçe yaşama manalarında kullanılmaktadır. Arapça sözlüklerde istikâmet kelimesiyle ilgili olarak genellikle dînî ve ahlâkî hükümlere uygun bir hayat sürme, her türlü aşırılıktan sakınma, Allâh’a itaat edip Peygamber’in sünnetine uyma şeklinde özetlenebilecek açıklamalar yapılmıştır. Bazı âyet ve hadislerde geçen “kayyim (kayyime)” kelimesinin istikâmet anlamında olduğu ifade edilmektedir. Buna göre “ed-dînü’l-kayyim” [Tevbe: 9/36; Yûsuf: 12/40; Rûm: 30/30, 43] herhangi bir eğrilik, yanlışlık içermeyen, haktan ayrı bir yönü bulunmayan doğru (mûstakîm) dîn, “kutubun kayyime” tabiri de [Beyyine: 98/3] doğruyu yanlıştan ayıran hak (mûstakîm) kitaplar manasındadır.
Genel anlamda istikâmet, sağa sola sapmadan herhangi bir yönde itidal üzere devamlılık göstermek demektir. Ayrıca ifrat ve tefrite düşmeden inanç, davranış, yaşayış ve ahlâkta doğru, dürüst olmak, doğru yolda yürümek, ahde vefa göstermek, itidal üzere daim olmak, adaletle hükmetmek, Allâh’ın emirlerine itaat etmek, yasakladıklarından sakınmak suretiyle O’na kul olmayı içtenlikle kabul etmek olarak da tanımlanır. Şer’î ve örfî anlamıyla istikâmet ise, insanın yaratıldığı İslâm fıtratı üzere ilahî emirlere uyup yasaklarından kaçınarak hayatını şer’î kurallara uygun olarak sürdürmesidir. Râgıb el-İsfahânî, istikâmet kelimesinin düz bir çizgi gibi dosdoğru yol hakkında kullanıldığını ve bundan dolayı hak ve hakikat yoluna “sırât-ı mûstakîm” denildiğini ifade ettikten sonra istikâmetin insanla ilgili olarak “dosdoğru yol üzerinde sapmadan ilerleme” demek olduğunu belirtir.
Sırât-ı Mûstakîm
İstikâmet’ten bahsetmişken sırât-ı mûstakîm’den söz etmemek olmaz. Sırât-ı mûstakîm ifadesi, sözlükte işlek yol; dosdoğru ve apaçık yol anlamındaki “sırât” ile; doğru, düzgün, mutedil ve dengeli anlamlarına gelen “mûstakîm” kelimelerinden oluşur. Buna göre sırât-ı mûstakîm, dengeli, apaçık, her türlü aşırılıktan uzak, dosdoğru ve hak yol anlamlarına gelir. Peygamber’in sırât-ı mûstakîm’i hak ve hakikate eriştiren en doğru ve en kısa yol olarak tarif ettiğini Abdullah b. Mes’ud’un radiyallâhu anh şu rivâyetinden anlaşılmaktadır:
“Peygamber aleyhisselâm bir gün yere düz bir çizgi çizdi ve etrafında toplanan sahabeye şöyle dedi: “İşte bu Allâh’ın dosdoğru yoludur.” Sonra da bu düz çizginin sağ ve sol taraflarına başka çizgiler çizerek, “Bunlar da diğer yollardır ki her birinin başında bir şeytan bulunmakta ve kendi yollarına çağırmaktadır.” dedi ve “İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O’nun yolundan ayırır.” [En’am: 6/153] âyetini okudu.” [Ahmed b.Hanbel, Müsned]
Sırât-ı mûstakîm ifadesi Kur’ân-ı Kerim’de toplam otuz üç âyette yer almaktadır. Sırât-ı mûstakîm ile ilgili bu âyetler bir bütün olarak değerlendirildiğinde insanları doğru yola ulaştıranın ve hak yol üzere sebat etmelerini sağlayanın yalnızca Yüce Allâh olduğu görülmektedir. Çünkü O, bizzat kendisinin dilediği kimseleri dosdoğru yola ileteceğini ve sırât-ı mûstakîm üzere sabit kılacağını haber vermektedir. Bazı âyetlerde Peygamber’in insanları sırât-ı mûstakime davet ettiği ifade edilirken bazı âyetlerde de Kur’ân’ın insanları dosdoğru yola sevk ettiği haber verilmektedir. Tüm bunlarla birlikte Peygamber’in ve Kur’ân’ın insanları sırât-ı mûstakîme ulaştırması, ancak Allâh’ın iradesiyle gerçekleştiğini unutmamak gerekir.
O halde diyebiliriz ki; sırât-ı mûstakîm, sınırlarını bizzat Yüce Allâh’ın belirlediği dînin adı olan İslâm’dır. Sırât-ı mûstakîm, tüm peygamberlerin izinde gittikleri ve insanları da kendileriyle birlikte yürümeye davet ettikleri yolun adıdır. Sırât-ı mûstakîm, Rableri tarafından kendilerine lütufta bulunulan kimselerin yoludur. Bu yol, sıddıkların, hak uğruna hayatlarını feda eden şehitlerin ve daima iyi işler yapmaya çalışan salihlerin yoludur. Sırât-ı mûstakîm, kendisinde hiçbir yanlışın olmadığı, dosdoğru yoldur. Sırât-ı mûstakîm, iki nokta arasındaki en kısa yoldur ve yolcusunu güvenli bir şekilde hakikate ulaştırır. Kısacası istikâmet, ifrat ve tefritten uzak, dengeli, kararlı ve hak yol üzere istikrarlı bir hayat yaşamanın adıdır.
İstikâmet Çeşitleri
İslâm âlimlerinden kimi “doğruluğu ve istikâmeti” dar anlamıyla kimi ise geniş anlamıyla ele aldığından dolayı temelde aynı olmakla birlikte bazı noktalarda farklı bir yaklaşım sergilemişlerdir. Biz ise yazımızda istikâmeti “üç başlık” altında inceleyeceğiz.
- Dilde İstikâmet:
İslâm, îmân kavramı üzerinde hassasiyetle durur. Amel ve hayata dair her şey onun üzerinde tesis edilir, ona göre davranılır, ondan ilham alınır. Sanattan kültüre, mimariden edebiyata, ilimden fene her tutum ve davranış îmâna göre şekillendirilir. Yine ahlâkî davranışları yönlendiren îmândır. Îmânın zayıf olması, tüm alanlarda olduğu gibi ahlâk, amel ve kalbin manevî hallerinde de bazı zayıflıklara ve sapmalara neden olur.
İslâm’ın hedefi, muhatabına öncelikle tevhid odaklı bir inancı benimsetmektir. Tevhidden kastımız; yaratan ve rızık veren olarak yalnızca Allâh’a inanmak olduğu gibi O’nun kitabını, Resûlünü hayatımızda mihenk kılarak, O’na şirk koşmamak, O’nun, hiçbir yönüyle hiçbir varlığa benzemediğine kayıtsız şartsız îmân etmektir. Bu nedenle Yüce Allâh’ın varlığını ve birliğini dil ile ikrar, kalp ile tasdik etmek îmân esaslarının en başında yer alır. Allâh’a îmân olmadan söylenen sözler, yapılan konuşmalar iyi olarak nitelendirilseler bile hükmen bir anlam ifade etmedikleri için dîni yönden de hiçbir geçerlilikleri yoktur. Tüm güzel söz ve konuşmaların kendisiyle bir anlam ve değer kazandığı îmân, mü’minin kalbinde kök salar. Onun kökü kalp ile tasdik, dalı dil ile ikrar, meyvesi de amellerdir. Mü’min, kalbinde kökleşen îmânın etkisiyle daima güzel sözler söyler, güzel işler yapar ve bu sayede amelleri göğe doğru yükselmiş olarak Allâh nezdînde büyük dereceler, mükâfatlar elde eder.
İstikâmet üzere bulunan bir mü’min, sözlerini ve konuşmalarını İslâm’ın ilkelerine göre düzenler. Bu ilkeler Kur’ân’da; “lağv” olarak isimlendirilen gereksiz sözlerden kaçınmak [Mü’minûn: 23/3], güzel söz söylemek [Bakara: 2/83], yumuşak konuşmak [Tâhâ: 20/43-44], doğru konuşmak [Ahzâb: 33/70-71], sesin kullanılış biçimine dikkat etmek [Lokmân: 31/19], adâlete uygun konuşmak [En‘âm: 6/152], açık konuşmak [Bakara: 2/242] , yer, zaman ve seviyeye göre konuşmak [İbrâhîm: 14/4], sonuçlarını dikkate alarak konuşmak [Nûr: 24/15], kelimeleri özenle seçmek ve yanlış anlaşılmalara imkân tanımamak [Nisâ: 4/46], edep dairesinde konuşmak [Furkân: 25/72], muhataba konuşma hakkı vermek ve onu usulünce dînlemek [Kâf: 50/37] konuşmada istikâmet ilkeleri olarak görülür. Mü’min, sadece kendi söz ve konuşmalarını bu ilkelere uydurmakla kalmaz, bunlara riâyet ederek aynı zamanda başkalarına da örneklik teşkil eder.
Mü’min, Yüce Allâh’ın yegâne Rab oluşunu ikrar ettikten sonra söz ve fiilleriyle istikâmeti kendisine şiar edînir. Kur’ân bu niteliklere sahip olanlardan övgüyle söz eder: “Gerçekten ‘Rabbimiz Allâh’tır’ deyip de ardîndan dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine sık sık melekler iner ve derler ki: “Korkmayın, mahzun olmayın, size vadeliden cennetle neşelenin!” [Fussilet: 41/30] Âyetlerde geçen “dosdoğru olanlar” ifadesini müfessirler, “tevhîd düşüncesi üzerinde bulunanlar, O’na başka ortaklar koşmayanlar” şeklinde yorumlarlar. Ebu Bekir radıyallâhu anh da yukarıda belirtilen anlama benzer olarak “dosdoğru olanlar” ifadesinden, “Allâh’a hiçbir şeyi ortak koşmayan ancak tevhîd üzere vefat edenler” [Taberî, el-Câmiu’l-Beyâ] anlamına geldiğini söyler. Yukarıdaki âyetlere göre “Rabbimiz Allâh’tır” sözü, sadece dille söylenen ve ferdîn iç alemindeki yalın bir inançtan ibaret değildir. O tam anlamıyla hayatî bir ilke olup, yaşamın tüm alanları için ölçüler koyar ve bu alanları şekillendirir. Bu söze göre ibâdet ve yöneliş yalnızca Allâh’a yapılır, sadece O’nun hükmüne boyun eğilir. Yalnızca O’ndan korku duyulur, O’na hesap verilir. O’ndan başka kimseden fayda beklenmez. Her söz O’nun rızası gözetilerek söylenir, her fiil O’nun emri dahilinde yapılır. O’nun dışında hâkim ve yol gösteren kabul edilmez. İşte tüm bunlardan dolayı “Rabbimiz Allâh’tır” düsturu, sadece dilin söylediği bir söz veya yaşamın gerçek boyutlarından uzak pasif bir inanç ifadesi değil, tam manasıyla bir hayat nizamıdır. Ancak bu düsturun benimsenmesi ve gereklerinin yerine getirilmesi tek başına yetmez bununla birlikte bu dosdoğru yol üzerinde sebat etmek de bu düsturun bir gereği olarak görülür.
- Fiilde İstikâmet:
İstikâmet, kişinin tüm eylemlerine sirâyet eden ahlâkî bir meziyettir. İyi hasletler onunla kemâle erer ve onun yokluğuyla tüm iyilikler kötülüğe dönüşür. Zira tüm iyi davranışlar temelde dengeyi korumayı amaç edînir. Bu denge, Kur’ân’da “sırât-ı müstakîm” tabiriyle ifade edilir: “Doğrusu bu, benim müstakîm yolumdur. Buna tabi olun (başka) yollara meyletmeyin. Zira onlar, sizi Allâh’ın yolundan saptırır.” [En‘âm: 6/153] Bu âyette geçen “dosdoğru yol” kelimesi bazı müfessirlerce, Allâh’ın sizin için razı olduğu “İslâm dîni”; “(başka) yollar” ifadesi de İslâm dîninden sizi ayıracak “batıl dînler, bid’atler, fasit dalâletler” manasında yorumlanır.
İstikâmet kavramı Kur’ân’da, hakkı gerçekleştirme konusunda tutum ve davranışlarıyla daima Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya itaatte bulunmak, bu çizgiden şaşmamak anlamında geçer: “Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Seninle beraber tövbe edenler de dosdoğru hareket etsinler. Haddînizi aşmayın. Şüphesiz O, yapıp ettiklerinizi gerçek anlamda görür.” [Hûd: 11/112]
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” sözü, bireysel, toplumsal, dînî tüm itikadî ve amelî meseleleri içeren ve umuma taalluk eden bir ifadedir. Kuşkusuz, istikâmet üzere hareket etmek gerçekten zordur, ancak bununla amel ederek sebat etmek daha da zordur. Bu hükmün ağırlığına binaen Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem; “Hûd sûresi ve benzerleri beni ihtiyarlattı” [Tirmizî] buyurmuştur. Fiillerin hakka uygun olarak yerine getirilmesi ya da amellerin vicdanî kontrolüne verilmesi ile fiilde istikâmet meydana gelir. Söz ile fiilin birbiriyle çelişmesi riyakârlık anlamına gelir. Riya da yapılan ameli geçersiz kılar. Bu yüzden gerçek manada istikâmet, dilin, kalbin ve amelin hak ölçüsüne göre olması; söze yalan, işe hile ve kalbe de nifak karıştırılmamasıdır.
- Kalpte İstikâmet:
İmam Gazali rahimehullâh, İhyâü Ulûmi’d-Dîn’de kalbi iki çeşide ayırır ve konu hakkında şunları ifade eder; “Biri ruhânî diğeri ise cismanîdir. Her iki kalbin de birbiriyle ilişkisi vardır. İnsanın özünü teşkil eden ruhânî diğer adıyla rabbânî kalp; anlayan, bilen, yükümlü kılınan bir niteliğe sahip olan kalptir. Cismanî kalp ise ekseriyetle ruhî kalbin etkisi altındadır. Şâyet ruhî kalp doğru yolda olursa tüm duyu organları ona uyarak istikâmet üzere olurlar. Aksine ruhî kalp bozuk olursa bedenin tüm uzuvlarını etkisi altına alarak onları doğru yoldan saptırır.”
Takva ile donatılan, nefis terbiyesiyle kötü ahlâklardan temizlenen ruhî kalbin akıl ile sıkı bir ilişkisi vardır. Akıl, ruhî kalpten aldığı feyizle, basiret nuruyla alevlenir, bu nurun sönmemesi için tedbir alır, hakkı araştırarak hakikati keşfeder. Hakikati bulan kalbe melekler nazar eder, kalbin özü itibariyle takva ile arındığını, aklın desteğiyle, bilginin nuruyla donatıldığını görünce de o kalbi karargâh edînirler. Böylece kalbi nice hayırlara ileterek peyderpey başka hayırlarla desteklerler. Şeytan’ın, aldatıcı sözlerle vesvese vermesine rağmen bu kalp ona meyletmeyerek şükür, takva, sabır, zühd, nefis tezkiyesi gibi vesilelerle Rabbine iltica etmek için yol arar. Bu kalp öyle güzel hasletlerle süslenir ki nihâyetinde Allâh’ın teveccühüne mazhar olur. İtminana kavuşan ve istikâmeti tutturan kalbe ancak Kur’ân’ın ifadesiyle sadece Allâh’ı çokça anmakla böyle bir kalbe sahip olunabilir: “Haberiniz olsun ki kalpler yalnızca Allâh’ı anmak ile huzura erer.” [Ra’d: 13/28]
“Allâh kimi doğru yola ulaştırmak isterse, onun gönlünü İslâm’a açarak ferahlık verir. Kimi de sapıklığa düşürmek isterse, onun kalbini öyle daraltır ki göğe yükseliyormuş gibi sıkıntılı kılar.” [En’âm: 6/125] Taberî rahimehullâh âyeti açıklarken şu ifadelere yer vermiştir; bu âyete göre kişinin dalâlete düşmesi veya hidâyete ermesi Yüce Allâh’ın külli iradesine bağlıdır. Aklî ve naklî deliller bu hükmü desteklemektedir. İnsan, îmâna da küfre de girmeye meyyal yaratılmıştır. Buna binaen bir sebep olmadıkça insanın kalbinde küfür yerine îmân veya îmân yerine küfür ortaya çıkması mümkün değildir. Çünkü kulu îmâna ulaştıracak sebepler teşekkül ettiğinde kul o fiilleri yapmaya meyyal olur. Aynı şekilde kişiyi küfre sevk edecek sebepler oluştuğunda onun kalbinde o fiilleri yapmaya karşı bir istek hâsıl olur. Sonuçta îmân etmek isteyen de küfre girmeyi arzulayan da ancak Hak Teâlâ kudretiyle sebepleri yarattıktan sonra o yönde fiillerini gerçekleştirebilir.
Râzî rahimehullâh ise bu âyet hakkında şöyle buyurur; “Îmânın daha faydalı olduğuna dair Yüce Allâh’ın bir bilgi yaratmasından sonra ancak insanın kalbinde îmân oluşur. Kalpte böyle bir bilgi teşekkül ettiğinde, kalp o fiili gerçekleştirmek için daha fazla bir arzu duyar ki, işte gönlün İslâm’a açılması budur. Lakin kalpte, îmân etmenin dînî ve dünyevi konularda büyük bir ifsada neden olacağını ve büyük hasarlara sebebiyet vereceğine dair bir düşünce hâsıl olursa, bu durumda insan îmân etmekten şiddetle nefret eder ki, Allâh’ın onun kalbini daraltmasından maksat da budur.”
Kalbin değişken bir yapıda olması, düşünce, duygu ve inançların sıklıkla değişmesine neden olur. Hadîs-i şerîfte: “Ey kalpleri değiştiren, dönüştüren Allâh, kalbimi dînin ve boyunduruğun üzerine sabit kıl!” [Müsned] şeklinde duâ edilmesinin tavsiye edilmesi bu hükmü destekler. “Kalpler, Allâh’ın iki parmağı arasındadır” [Müslim] hadisi de Allâh’ın kalpleri değiştirdiğini ve yönlendirdiğini gösterir. Kalp, birçok alanda çok çeşitli biçimlere girmeye elverişlidir. Îmânın da takvânın da yerleşkesi kalptir. Kalben onaylayarak kelime-i tevhîdi söyleyen ve bu söylemini hayatına ikâme eden kimse istikâmet üzere olur. Îmân kalbin tasdiki olduğundan istikâmet için temiz kalp gereklidir. Kalplere sükûnet ve huzur veren Hak Teâlâ’dır. Kalpleri doğru yola ileten, onları vicdan, şefkat ve merhamet sahibi kılan da yine O’dur.
Sonuç
İstikâmet, doğruluğa sımsıkı sarılmayı, hak ve hukuka riayet etmeyi, verilen sözde durmayı gerektirir. Buna göre îmân eden ve bu îmânının bir gereği olarak söz ve davranışlarına yön verenler, istikâmet sahibi doğru kimselerdir. Dosdoğru insanlar, yalandan kaçınarak, iyilikte bulunarak, dil ve kalbiyle Hak Teâlâ’yı zikrederek huzura kavuşurlar. Kur’ân’da ve sünnette emredilen iyi huy ve davranışlarında istikâmet üzere bir hayatı yaşarlar.
Hayatımızı istikâmet üzere sürdürebilmek, ehlimize ve neslimize istikâmeti miras bırakabilmek ümidiyle selâm ve duâ ile…
Minhâc Dergisi 9. Sayı | Nisan 2024 | İbrahim Yahya