Vaadinden dönmeyen Allâh Azze ve Celle’nin ismiyle… Kullarını hidayet üzere sabit kılan Allâh’a hamdolsun. Salât ve selâm, emrolunduğu üzere dosdoğru kalan İstikâmet Nebîsi’nin, ehlinin ve ashâbını üzerin olsun. Siz değerli okurlarımızı da selâmlayarak sözlerime başlıyorum.
Minhâc Dergisi olarak, Kavramlarla Ramazan adlı ek sayımızın ardından, 9. sayımızı “istikâmet” kavramı olarak ilginize sunuyoruz. Zirâ îmân ehli her muvahhid için istikâmet kavramı büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü îmân etmenin ötesinde, îmânı korumak daha büyük bir iştir. Bütün zorluklara rağmen onu kırmadan dökmeden hedefe ulaştırmak melekleri dahi hayrete düşüren bir meziyettir. Bu ancak yolda kalmakla mümkündür. Yolda kalmak istikâmettir. Rabbimizden bizleri sebât üzere kılmasını diliyor ve bu yazımızda sizlere sevgili Peygamberimizin hayatı üzerinden istikâmet kavramını açıklıyoruz.
İzzet ve başarı Allâh Subhânehu ve Teâlâ’dandır.
Peygamberimizin İstikâmeti
İstikâmet, en zor günde dahi yolda kalmaktır.
İstikâmet, en mutlu günde dahi yoldan şaşmamaktır.
İstikâmet, tehditlere rağmen yola sarılmaktır.
İstikâmet, tekliflere rağmen yoldan taviz vermemektir.
İstikâmet, acılara sabretmek, umutları yarınlara ertelemektir.
İstikâmet kavramı, hayatımızı inşâ eden altın kavramlardandır. Hedefe giden yolda, sapmadan kararlılıkla dosdoğru olmaktır. Başarının sırrı, onda gizlidir. Allâh Azze ve Celle, hem Nebîsi Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’e hem de biz ümmeti Muhammed’e istikâmet üzere olmayı emretmiştir.
“Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tevbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.” [Hud: 11/112]
İstikâmeti bozabilecek birçok durum vardır. İmtihanlarla çevrili hayatımızda bazen dert-keder, bazen de neşe ve mutluluk yaşayabiliriz. Bu durumların her birinde istikâmet bozulması olanaklıdır. Bazıları korku ve hüzünden dolayı yoldan saparken bazıları da rehavet ve gevşeklikten dolayı sapabilmektedirler. İstikâmet, iyi günde de kötü günde de yolda kalmaktır.
Her kavramın örnekliğini gösteren Peygamberimiz aleyhisselâm, istikâmet kavramı içinde büyük örneklik taşımaktadır. O, (aleyhisselâm) hayatının her döneminde istikâmeti zorlaya bilecek birçok zorluk görmüştür. Bununla birlikte devlet lideri olma şerefine ulaşarak birçok kolaylığa ulaşma imkânına da sahib olmuştur. Ancak o, ne zor gününde yoldan sapmış, ne de dünyanın süsüne tenezzül edip rahata dalmıştır. O, itidal yolunu tutmuş sabır ve sebatla yolda kalmıştır.
Hak davanın en büyük bedellerini ödeyen istikâmet Nebîsi, bazen insî bazen de cinnî şeytanlar tarafından saldırıya uğramıştır. Mekke’de öz amcası Ebu Leheb canına kastetmiş, şedîd düşmanı Ebu Cehil, onu öldürmek için planlar kurmuştu. Hatta kıymetli sahabî Ömer radiyallâhu anhu bile onu öldürmek için çıktığı yolda îmâna kavuşmuştur.
Medîne’de hain münafıklar, kalleş yahudiler ve dış güçler Allâh Rasûlü’nün canına kastetmişlerdi. O ise, koruyan ve gözetenin ancak Allâh Azze ve Celle olduğunu bilerek tevekkül etmiş ve istikâmet üzere kalmıştır.
Tağutî sistemler, dava erlerine karşı mücadele ederken şeytânî planlarıyla yaklaşırlar. Bazen eli sopalı zorba bir düşman olurken, bazen de elinde gül olan bir dost gibi yaklaşır. Bazen baskıcı gücünü kullanırken, bazen baştan çıkarıcı tekliflerini kullanır. Her iki kılıktayken de tek amaçları vardır; hak erlerinin istikâmetini bozmak…
On üç yıllık Mekke döneminde Kureyş müşrikleri her iki yolu da Peygamberimiz aleyhisselâm’a karşı kullandılar. Allâh Rasûlü’ne fiilî ve kavlî her türlü eziyeti ettiler. Başarılı olamayınca da dünya süslerini sundular. Fakat karşılarında ne tağutlardan korkan bir korkak vardı, ne de dünya hayatını arzulayan bir hırslı. O ancak, hak yolun sahibinden korkan bir istikâmet Nebîsi’ydi.
İstikâmet Nebîsi ve Mekke Müşrikleri
Mekkeli müşriklerin Peygamberimiz aleyhisselâm ile geçirdikleri süreci ana hatlarıyla dört kısma ayırabiliriz: 1. Serbest bırakma 2. Şiddet kullanma 3. Teklifler sunma 4. Canına kastetme.
Nebîmiz aleyhisselâm Peygamberliğinin ilk zamanlarında Mekkeli müşriklere göre bir problem teşkil etmiyordu. Çünkü insanlar onun anlattıklarını idrak etmiyor ve söylediklerinin gelip geçici olduğunu düşünüyorlardı. O nedenle Allâh Rasülü’ne müdahale etmiyor ve serbest bırakıyorlardı. Fakat Allâh Rasûlü Rabbimizin emirleriyle davetin ana hatlarını belirginleştirdiği zaman, artık Mekke’nin tağutları müdahale etmeye kalktılar. Çünkü Allâh Rasûlü onların kâfir olduğunu ve atalarının cehennemde olduğunu söylüyordu. Bu ise Mekkeli müşrik halkı için birçok yönü olan bir tehlikeydi. Şöyle ki; Arap Yarımadası’nın kutsal bölgesinde bulunmaları ve Kâbe’nin hizmetini görmeleri diğer Arablar nazarında onlara itibar kazandırıyordu. İtibarlarının düşmesi, bütün Arap kabilelerinin düşmanlıklarını çekmeleri ve ticaretlerinin de kesata uğraması söz konusuydu. Böyle olması, onlara hakkı duymaya engel olmaktan başka bir şey olmamıştı.
Ancak tehdit ettiler. Başarılı olamayınca teklifler sundular ve yine başaramayınca onun mübarek canına kastettiler. Her birindeyse Allâh Subhânehu ve Teâlâ kuluna yardım etti ve sebat üzere kıldı.
Mekke’nin Tehditleri
Allâh Rasûlü aleyhisselâm, bilindiği üzere Mekke’de amcası Ebû Talib’in himayesinde bulunuyordu. Bu himaye müşrikleri birçok yerde durduruyordu. Çünkü Ebû Talib aşiretinin lideri olarak onlara karşı yeğenine sahip çıkmış ve onu sahipsiz bırakmamıştı. Ebû Cehil ve avanesi de Haşimoğulları’na karşı olmayı göze alamıyordu. Fakat yine de Muhammed aleyhisselâm’a bir şekilde zarar vermeyi düşünüyorlardı.
Yapabilecekleri şey ise Ebû Talib’i aradan çıkarmaktı. Birçok defa heyetler göndererek Ebû Talib’i ikna etmeye çalıştılar. İlk giden heyet isteklerini dile getirdi ve Ebû Talib’e yeğenini durdurmasını söyledi. Ebû Talib ise onlara yumuşak davranıyor ve idare ediyordu. Peygamberimiz aleyhisselâm, onların bu isteklerinin aksine davetine aynı şekilde devam etti. Hakikati ketmetmeden bütün açıklığıyla tebliğ etti.
Bunun üzerine müşrikler bir heyet daha göndererek biraz daha sert bir dille konuştular ve: “Ey Ebû Talib! Bizim içimizde senin yaşın, şerefin ve makamın vardır. Biz senden kardeşinin oğlunu bizden nehyetmeni istemiştik sen ise onu nehyetmedin. Allâh’a and olsun ki biz ona karşı, babalarımıza sövmesine, akıllarımıza sefih demesine ve ilahlarımızı ayıplamasına karşı artık sabredemiyoruz. Ya bizden onu men edersin veya biz onunla ve seninle savaşırız, ta iki taraftan biri helak olur.” Dediler. [İbn Hişâm: 1/2 s.352]
Ebû Talib, müşriklerin bu tehdit varî konuşmalarından sonra yeğenine zarar gelmesinden korktuğu için, onunla konuşup bu davasından vazgeçmesini diledi. Artık amcasının da onlar gibi kendisine karşı olacağını düşünen Peygamberimiz aleyhisselâm biraz üzülmüş ancak amcasının isteği de olsa istikâmet kokan şu meşhur sözlerini dile getirmişti: “Ey amca! Allâh’a yemin ederim ki, güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar, Allâh onu galib kılıncaya veya ben bu yolda helak oluncaya kadar onu bırakmam.” [İbn Hişâm 1/2 s.353]
Peygamberimiz aleyhisselâm, Yüce Rabbimizin emri karşısında hiçbir zaman zaafa düşmemiştir. İnsanların tehditlerinin yanında Rabbinin emri onun için daha çok korkulmaya layık olmuştur. Ve ne olursa olsun yolundan şaşmayacağını, en beliğ bir şekilde ifade etmiş insanları çaresiz bırakmıştır. İstikâmet dosta güç olur, düşmana çaresizlik.
Mekke’nin Teklifleri
Müşrikler, hak davaya karşı mücadelede bazen de sağduyudan yaklaşırlar. Düşmanı alt edemezlerse en azından kendi safına/kontrolü altına almaya çalışırlar. Mekkeli tağutlar da bizzat Peygamberimiz aleyhisselâm’ın kendisine başvurarak bazı tekliflerde bulundular.
Bir defasında Utbe b. Rebîa tek başına Allâh Rasûlü’ne gelerek, davasıyla mal istiyorsa mal vermeyi, saltanat istiyorsa kendisini başkan yapmayı, hasta ise tedavi ettirmeyi önerdi. Fakat Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in gayesinin bunlar olmadığını, Allâh Rasûlü’nün kendisine okuduğu ayetlerden [Fussilet: 41/ 1-37] apaçık anladı.
Bir sonuç alamayan müşrikler bu defa daha necis bir teklifle geldiler. Dediler ki: “Ey Muhammed, gel biz senin ibadet ettiğine ibadet edelim, sen de bizim ibadet ettiğimize ibadet et. Böylece biz ve sen idarede ortaklaşalım. Eğer senin ibadet ettiğin bizim ibadet ettiğimizden hayırlı ise biz ondan nasibimizi almış oluruz. Eğer bizim ibadet ettiğimiz senin
İbadet ettiğinden hayırlı ise sen ondan nasibini almış olursun.” [İbn Hişâm 1/2 s.484]
Necis kokan bu konuşmadan anlıyoruz ki, Mekkeli müşrikler kendi dînlerinde dahi samimî değillerdi. Onların dîn gibi bir dertleri yoktu. Onlar ancak hevâları ve saltanatları için şeytan kesilmişlerdi. Eğer dînse, onlar biliyorlardı ki Muhammed aleyhisselâm’ın getirdiği dîn gerçek dîndi. Tıpkı bugünün tağutlarının bildiği gibi…
Mekkeli müşriklerin sundukları bu teklife karşı Allâh Azze ve Celle Kâfirûn Sûresi’ni indirdi. Bu sûre meâlen şöyledir:
“De ki: Ey kâfirler! Ben sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmem. Siz de benim ibadet ettiğime ibadet etmiyorsunuz. Ben sizin ibadet ettiklerinize asla ibadet edecek değilim. Siz de benim ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz. Sizin dîniniz size, benim dînim de banadır.” [Kâfirûn: 109/1-6]
Bu sûre hak ile bâtılı birbirine karıştırmak isteyen Mekkeli müşriklerin safını tamamen Müslimlerden ayrıştırmaktadır. Rabbimiz onları “kâfirler” olarak anıp Müslümanların dışında tutmuştur. Bu böyledir. İslâm dîni pisi temizden ayırır. Ahiret hayatında bir olamayacak olanlar, dünya hayatında da bir olamazlar. Bâtıldan ayrışmak, istikâmetin bir parçasıdır.
Hak Dava, Bâtıl Metotla Yüceltilemez
Mekkeli müşriklerin cezb edici bu teklifleri karşısında Allâh Rasûlü’nün iki duruşu dikkatimizi çekiyor:
1.) Rasûlullâh aleyhisselâm, meşrû olmayan bir yolla davasını savunmadı. Buradan anlıyoruz ki, İslâm’da hak davayı yüceltmek adına her yol mübâhtır anlayışı yoktur. Bâtıl bir usulle hak yol savunulamaz. Bâtılın yok edilmesi için bâtılın koltuğuna oturmak, onlarla mücadele etmek değil, onların safına girmektir. Bu da zaten tağutların istediği bir şeydir.
Sünnette olan gerçek mücadele, bâtılın içine girmek değil, bâtılın karşına hak ile çıkmaktır. Dâru’l Nedve’ye karşı, Dâru’l Erkâm’ı inşâ etmektir. Maalesef, günümüzde “şeriat getireceğiz” diyip bâtıl meclislere girenlerin, bir daha çıkamadıklarına şahidiz. Onlara Peygamberimizin menhecini hatırlatıyor ve Allâh’tan ayaklarımızı sabit kılmasını diliyoruz.
2.) Rasûlullâh aleyhisselâm, dînini başka bir dînle sentez yapmadı. Hiç kimseye şirin gözükmek adına İslâm’dan taviz vermedi. Karşısındaki insanlarında aslında hak yolda olduğunu söyleyip onlara cennet vaat etmedi. Çünkü İslâm, yasaları Allâh Azze ve Celle’ye ait olan hak ve tek dîndir. Ne demokrasi ne de laiklik gibi beşerî kokuşmuş ideolojilerle asla bir tutulamaz. Onun otoritesinin yanında başka bir otorite yoktur. O, hem dünya hayatının hem de ahiret hayatının tek yoludur. Doğru yolu arayanlar için hak yol budur.
Sonuç
Dîni doğru anlamak, yolda kalmaktır. Bu da Rasûlullâh aleyhisselâm’ın menhecini anlamaktan geçmektedir. Hem ferdî hem de içtimâi olarak istikâmetimiz, ancak rehberimiz Allâh Rasûlü’nün bize gösterdiği şekilde olmalıdır. Onun çizgisinin dışına çıkmak, kendi kurallarını ve nizamlarını belirlemek bâtıla sapmaktır. Bu dîn teslimiyet dinidir. Bu dîn istikâmet dinidir.
Bu yazımızda Allâh Rasûlü’nün hayatından İstikâmeti işlemeye çalıştık. Zorlu imtihanlara rağmen sebatından, ağır fitneler karşısındaki dik duruşundan, dîn adına taviz vermeksizin istikâmet üzere olmasından bahsettik. Rasûlullâh aleyhisselâm bu menheciyle bizlere en güzel örnektir. Bu günün Müslümanları olarak bizler de, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) menhecini örnek almamız gerekir. Eğer bunu yapabilirsek, imtihanlara rağmen istikâmet çizgisinde kalacağız ve güncel sorunlara çözüm üretebileceğiz.
Allâh’u Teâlâ, bizleri Kur’ânî metottan ve Nebevî menhecten bir an olsun ayırmasın. Ayaklarımızı hak üzere sabit kılsın. Zorlu imtihanlara rağmen bizleri istikâmet ehli eylesin. Allâhumme âmin.
Selâm ve duâ ile…
Minhâc Dergisi 9. Sayı | Nisan 2024 | Enes Lütfü
Bir Cevap Yaz