Kerîm olan Allâh’ın ismiyle… O’na hamd, Rasûlüne salât ve selâm olsun.
Kur’ân’da sarâhaten ismi geçen tek ay, Ramazan ayıdır. Ramazan ayı, Kur’ân’ın ayıdır. Kitâbın sâhibi, kitâbını Ramazan ayında indirmiştir. Âyette şöyle buyrulur: “İnsânlara doğru yolu gösteren, hidâyeti ve hakkı bâtıldan ayırmayı açıklayan Kur’ân bu ayda indiririldi.” [Bakara: 2/185]
Yine bu mübârek ay, “Hüküm Gecesi” olarak anılan Kadir gecesini içerisinde saklar; Kadir gecesi Kur’ân’da “bin aydan daha hayırlı” [Kadir: 97/3] olarak zikredilmiştir. Ramazan yolcularının yolu, Kadir gecesini ihyâ ile daha da nûrlanır. Ömürleri ise bereketlenir. Terâvîh namazı da Ramazan’a mahsus bir ibâdettir. Müslümanlar bir ay boyunca terâvîhe koşuşurlar. Küçüğünden büyüğüne, genciden yaşlısına, kadınından erkeğine saf olanlar Rabbimizin rızâsını ararlar. Dînimizin beş temel esasından biri olan oruç ibâdeti bu ayda üzerimize farz kılınmıştır. Ramazan ayı, oruç ayıdır. Terâvîhlerde kâim olanlar, oruçla sâim olurlar. Nebî aleyhisselâm’ın müjdesiyle Ramazan’da kâim ve sâim olanların geçmiş günahları bağışlanır. [Buhârî] Ramazan, bağışlanma ayıdır. Ramazan’da iftarlarda açlar doyurulduğu gibi, fıtır sadakası bu ayda verilerek ihtiyaç sâhibleri gözetilir. Ramazan, rahmeti ve bereketi ile mü’minleri kucaklar. Nebî aleyhisselâm, bu ayın sonunda i’tikâf yapmıştır. Ramazan, i’tikâfla taçlanır. Ramazan, her yönüyle Rabbimizi razı edeceğimiz ibâdet ayıdır. Âbidler, Ramazan’da nefislerinin tezkiyesi ve ıslâhı ile meşgul olurlar. Bu ayda şeytânlar zincirlere vurulur. Ramazan’da bile nefislerini dizginleyemeyenler korkarız ki bunu diğer zamanlarda başaramayacaklardır. Dînimizin iki bayramından biri olan Ramazan Bayramı, Ramazan’da arınanların, cennete hazırlananların bayramıdır. Bu bayram; “acaba bir daha kavuşabilir miyiz?” diyerek Ramazan’ın ardından üzülenleri, göz yaşı dökenleri bağrına basar.
Geçmiş Ümmetlerde İ’tikâf
İ’tikâf ibâdeti, sadece bizim ümmetimize ait bir ibâdet değildir. Allâh’u Teâlâ’nın katındaki tek dîn olan İslâm’ı tebliğ eden tevhîd elçileri de onların ümmetleri de i’tikâf yapmışlardır. Nitekim İbrâhîm aleyhisselâm ve oğlu İsmâîl aleyhisselâm i’tikâf yapan o elçilerdendir. Rabbimiz bir âyette şöyle buyurmuştur: “Biz, Beyt’i (Kâbe’yi) insânlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrâhîm’in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrâhîm ve İsmâîl’e: Tavaf edenler, ibâdete kapananlar (âkifîn/i’tikâfa girenler), rükû ve secde edenler için Evim’i temiz tutun, diye emretmiştik.” [Bakara: 2/125]
Câhiliye Arabları da kendilerini İbrâhîm aleyhisselâm ve oğlu İsmâîl aleyhisselâm’a nispet ediyorlar ve i’tikâf yapıyorlardı. İbn Ömer radîyallâhu anhu’dan rivâyetle: “(Babam) Ömer dedi ki: “Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben, câhiliye döneminde Mescid-i Haram’da bir gece kalacağımı adamıştım. (Rasûlullâh:) ‘Öyleyse o adağını yerine getir.’ buyurdu.” [İbn Mâce] Bunun üzerine Ömer radîyallâhu anhu Mescid-i Haram’da bir gece i’tikâfa girerek adağını yerine getirmiştir.
İslâm, kendisinden önceki günahları ve borçları kaldırsa da adağın yerine getirilmesi istenilmiştir. Bir kısım âlim; “İslâm, kendisinden önceki günahları ortadan kaldırır.” [Müslim] rivâyetine göre; “kişinin böyle bir adağı yerine getirmesine gerek yoktur” demişlerken; diğer bazı âlimlerse bu rivâyeti esas alarak; “böyle bir adağın yerine getirilmesi gerekir” demişlerdir.
İ’tikâfın Tanımı
İ’tikâf, lügatte ibâdet ve başka bir maksatla kendini tutmak, tenhada kalmak, bir şeye bağlanmak, saygı ve kudsiyet gâyesiyle birşeye yönelmek, onun üzerinde yoğunlaşmak mânâlarına gelir.
Istılâhta ise bir mescidde (veya mescid hükümünde bir yerde) ibâdet niyetiyle, şartlarına riâyet ederek bulunmak ve beklemek mânâsında kullanılmıştır.
İ’tikâf, Ramazan ayında veya diğer bazı günlerde ve gecelerde mescidde tüm dünyevî işleri terk ederek kendini ibâdete vermeyi ifâde eder.
Kur’ân’ı Kerîm’de i’tikâf kelimesi geçmemekle birlikte aynı kökten türeyen âkif-âkifîn kavramı lügat ve ıstılâh mânâlarına uygun olarak; müşriklerin putlara tapmaları [A’râf: 7/138; Tâhâ 20/97; Enbiyâ: 21/52; Şûarâ: 26/71] için kulanıldığı gibi yine Mescid-i Haram’da ibâdete kapanan [Bakara: 2/125] ve Ramazan’da mescidlere çekilen Müslümanlar içinde kullanılmıştır.
Arapça’da i’tikâf yapana “mu’tekif” ya da “âkif” denilir. İ’tikâfın yapıldığı yere ise “mu’tekef” veya “mu’tefekun fih” denilmiştir.
İ’tikâfın Delîlleri
İ’tikâf ibâdeti, Kur’ân, Sünnet ve icmâ ile sabit olan bir ibâdettir.
a) Kur’ân’dan Delîller:
“Biz, Beyt’i (Kâbe’yi) insânlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrâhîm’in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrâhîm ve İsmâîl’e: Tavaf edenler, ibâdete kapananlar (âkifîn/i’tikâfa girenler), rükû ve secde edenler için Evim’i temiz tutun, diye emretmiştik.” [Bakara: 2/125]
“Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allâh sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık (Ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allâh’ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde (i’tikâf için) ibâdete çekilmiş olduğunuz zamanlarda kadınlarla birleşmeyin. Bunlar Allâh’ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın. İşte böylece Allâh âyetlerini insânlara açıklar. Umulur ki korunurlar.” [Bakara: 2/187]
b) Sünnetten Delîller:
Ramazan orucu, Medine döneminde hicretin ikinci yılında farz kılınmıştır. Oruçla birlikte i’tikâf ibâdeti de Müslümanların hayâtlarına girmiştir. Rivâyetlere bakıldığında (farklı uygulansa da) Nebîmiz aleyhisselâm orucun farz kılınmasından ömrünün sonuna kadar Ramazan aylarının son on gününde bu ibâdeti yerine getirmiştir. Abdullâh bin Ömer radîyallâhu anhuma der ki: “Rasûlullâh, Ramazan’ın son on gecesi i’tikâf ederdi.” [Ebû Dâvud]
Mü’minler için en güzel örnek olan Nebîmiz aleyhisselâm, Ramazan’ın son on gününde ibâdet gayretini arttırır, mescidde bir çadır kurar ve orada i’tikâfa çekilirdi. Mü’minlerin annesi Âişe radîyallâhu anhâ vâlidemiz anlatıyor: “Rasûlullâh, Ramazan ayında diğer aylarda görülmeyen bir gayrete girerdi. Ramazan’ın son on gününde ise çok daha çaba gösterirdi. Son on günde geceyi ihyâ eder, âilesini de (geceyi ihyâ için) uyandırırdı.” [Buhârî]
İbn Ömer ve Enes radîyallâhu anhuma, Âişe radîyallâhu anhâ vâlidemizden rivâyet ederler: “Rasûlullâh, Medine’ye geldikten sonra vefatına kadar Ramazan’ın son on gününde i’tikâfa girerdi.” [Buhârî]
İbn Ömer radîyallâhu anhu der ki: “Rasûlullâh aleyhisselâm, i’tikâfa girmek istediğinde yatağı veya üzerinde yattığı somyası mescidin içerisinde Tevbe Sütunu’nun önüne veya arkasına konurdu.” [İbn Mâce]
Burası mihrabının sol gerisinde, Nebîmiz aleyhisselâm’ın odasınının penceresine bitişik olup, hâlen mescidde bellidir. Bazen Nebîmiz aleyhisselâm, mescidde i’tikâfta iken buradan başını odasında bulunan Âişe vâlidemize uzatır, o da Nebîmiz aleyhisselâm’ın saçlarını düzeltir ve tarardı.
c) İcmâ Delîli:
İcmâ, Nebî aleyhisselâm’ın vefâtından sonra İslâm ümmetinin müctehidlerinin şerî bir mesele hakkında görüş birlikteğine varmalarıdır. Sarih ve sükûtî icmâ olarak iki kısma ayrılır. Sarih icmânın bağlayıcılığı konusunda ulemânın ittifâkı vardır. İ’tikâfın meşruluğu da sarih icmâyla sabittir.
İ’tikâfın Hükmü
İ’tikâf, nâfile bir ibâdettir. Fukahânın çoğunluğuna göre sünnet, bazılarına göre ise müstehabtır. Sünnet olduğunu söyleyenlerin bir kısmı i’tikâfı her zaman müekked sünnet görürken diğerleri Ramazan’ın son on gününde sünnet-i müekkede olduğunu belirtirler. Ayrıca Hanefî mezhebine göre sünnet-i kifâyedir. Bazı mü’minlerin bu ibâdeti yerine getirmesiyle Sünnet ihyâ edilmiş sayılır. Ancak nezretmek/adamak suretiyle vâcib olur.
İ’tikâfın Rükûnleri ve Şartları
İ’tikâfın rükûnleri üçtür. İ’tikâf ibâdetini yapacak bir mu’tekif bu mecburî rükûnleri yerine getirmelidir. Bunlara; şahıs şartı, zaman şartı ve mekân şartı da diyebiliriz. Zira mu’tekif olmadan (şahıs şartı), mescidde beklenilmeden (zaman şartı) mescid olmadan (mekân şartı) i’tikâf olmaz.
• Mu’tekifle alâkalı şartlar: Mu’tekifin, Müslüman olması, akıllı olması, (bazı âlimlerce baliğ olması) gibi şartlar genel şartlardır.
Bunun hâricinde niyet etmek, oruçlu olmak ve i’tikâfı bozacak (cinsi münasebet gibi) hâllerden kaçınmak, yine cünüplük, hayız, nifas gibi hâllerden de temizlenmiş olmak da özel şartlardır. Bazı âlimler ve mezhebler, nâfile i’tikâflarda oruç turmayı şart koşmazken, bazılarıysa “her i’tikâfta oruç şarttır” demişlerdir.
• Mekânla alâkalı şartlar: İ’tikâfı ezan ve ikamet okunup içinde cemâatle namaz kılınan bir mescidde veya camide yerine getirmek gerekir. Rabbimiz; “Mescidlerde i’tikâfta bulunduğunuzda kadınlarınıza yaklaşmayın.” [Bakara: 2/187] buyurmuş, Nebîmiz aleyhisselâm da Mescidi Nebevî’de i’tikâfa girmiştir. Kadınların i’tikâf yapacakları yerler husûsunda ise Malikîler, Şafiîler ve Hanbelîler; “kadınlar da erkekler gibi mescidlerde i’tikâf yapmaları gerekir” derken, Hanefîlerse “evlerinin mescid olarak ayırdıkları bir yerde de i’tikâf yapabilirler” demişlerdir.
• Zamanla alâkalı şartlar: Ramazan ayında i’tikâfa girmek Nebîmiz aleyhisselâm’ın Sünnet’idir. Kişi, on günden az da i’tikâfa girebilir. Bunun hâricinde de âlimlerin ekserisi; “Ramazan ayının hâricinde yılın diğer günlerinde de i’tikâf yapılabilir” demişler ancak oruçlu olmayı şart koşan âlimler, i’tikâf günlerinin (bayram günleri gibi) oruç tutmaya mâni olmaması gerektiğini söylemişlerdir.
Vâcib olan i’tikâflarda adandığı günler sayısınca yerine getirilmelidir. Nâfilelerde ise müsâmaha olduğundan; “kişinin niyet ederek, mescidde oruçlu olmadan da i’tikâf yapabileceği” söylenmiştir. Malikîlerse; “oruçlu olmalıdır” demişlerdir. Yine nâfile i’tikâfın en az vakti için; “bir an, bir saat, bir gün” diyenler olmuştur.
İ’tikâfı Bozan ve Bozmayan Husûslar
İ’tikâf, kendine has şartları olan bir ibâdettir. Bu şartlar yerine gelmediği takdirde i’tikâf geçerli olmaz. Bu şartlar ile alâkalı şunları diyebiliriz:
İ’tikâfda ibâdet asıldır. Mu’tekif, mescidde ibâdetle meşgul olmalıdır. Namaz kılmak, Kur’ân okumak, Allâh’ı zikretmek gibi ibâdet hükmünde olan amellerin hâricinde başka işlerle meşgul olamaz. Bir şeye kapanmak mânâsına gelen “ukuf” mastarının mânâsına bakarak “i’tikâf mescide kapanarak kendine has amelleri yapmaktır” diyenler; “mu’tekifin namaz, tilâvet, zikir hâricinde birşeyle uğraşması caiz değildir” derken; bazılarıysa; “âhiretle alâkalı tüm hayırlı işler mu’tekif için caizdir” demişlerdir.
İ’tikâf, mescidlerde yapılır. Mu’tekifin sebebsiz yere i’tikâf yerinden ayrılması i’tikâfı bozar; ancak zarûrî belli başlı ihtiyaçlar için çıkılması istisnâ edilmiştir. “Mescidlerde i’tikâfta bulunduğunuzda kadınlarınıza yaklaşmayın.” [Bakara: 2/187] buyruğuna göre tüm mezheblerce cinsel mübâşeret i’tikâfı bozar. Bazı âlimler, bu amaçla dokunmanın ve öpmenin de i’tikâfı bozacağını söylemişlerdir. Akıl sağlığının gitmesi, bayılma gibi hâllerde de i’tikâf bozulduğu gibi; cünupluk, kadınlara ait hayız ve nifas gibi hallerde de i’tikâf bozulur.
İ’tikâfın sıhhatini bozmasa da kemâlini bozan hallerden de kaçınmak gerekir. Bunlara birkaç misal verirsek deriz ki: Örneğin, cep telefonuyla i’tikâf yapmak i’tikâfın kemâline mânidir. Cep telefonuna esir olanlar, öncelikle bu alete karşı yaptıkları cihâdı kazanmalıdırlar ki sonrasında da nefisleriyle yaptıkları diğer meselelerde ki cihâda yönelebilsinler. Eli, gözü, kulağı, aklı telefonda olanlar, i’tikâf ibâdetinin özünü anlayamamışlardır.
Rasûlullâh aleyhisselâm’ın i’tikâfında telefon, sosyal medya yoktu; bizim de olmamalıdır.
İ’tikâfta, insânlarlarla tanışma, konuşma, tartışma, dertleşme yapılmamalı; dile dikkat ederek gıybet ve dedikodudan kaçınılmalıdır. Ayrıca i’tikâfta az yemek, az uyumak ve az konuşmak gerekir. Mideleri ağzına kadar dolan, gözü yatacak yer arayan, mu’tekifler de i’tikâfın keyfiyetinden uzaklaşmışlardır. Unutulmamalıdır ki; ibâdetler sıhhaten bozulmasa bile bazen kemâlen bozulabilirler. Bu da ibâdetin mükâfâtına ve ibâdetle kazanılacak mânevî hâllere engel olur.
İ’tikâfta Yapılacaklar
İ’tikâf vakitleri, zamanın çok güzel değerlendirilmesi gereken vakitlerdir. Mu’tekif de i’tikâfta boş işlerden kaçınmalı, i’tikâfın her anını verimli geçirmeye çalışmalı ve şunları yapmalıdır:
a) Oruç:
Oruç, imsaktan iftara kadar yemekten içmekten, cinsî münasebetten uzak durmaktır. Oruç, zâtına rahmeti yazan Rabbimizin diğer ümmetlere olduğu ümmet-i Muhammed’e de bir ikrâmıdır. Oruç tutan mü’minler, zâhirî ve bâtınî birçok faydayı temin ederler. Ramazan birçok güzelliği içerisinde barındırıyorken, oruçla birlikte mü’minler orucun güzelliklerini de tadarlar. Oruç, bir kalkan olur. Oruçlu dünyâda günahlardan korunduğu gibi âhirette de ateşten korunacaktır. Oruç, işlenen geçmiş günahların bağışlanmasına bir vesîledir. Ramazan i’tikâfındaki bir mu’tekif, sâim olarak hem Rabbimizin bir emrini yerine getirecek hem de diğer ibâdetlerle Ramazan’ı en güzel şekilde edâ etmeye çalışacaktır.
b) Namaz:
Namaz, içerisinde zikir, tesbih, duâ, kıyam, rüku gibi birçok ibâdeti cem eden İslâm’ın beş esasından biri, dînin direği, her mükellefe farz olan bir ibâdettir. Oruç gibi, namazda hem bize hem geçmiş ümmetlere farz kılınmıştır. Kur’ân’ı Kerîm’de Rabbimiz sarâhaten namazın ehli olunmasını gerektiğini bildirmiştir. Hatta Rabbimiz, ulu’l-azm peygamberlerden İbrâhîm aleyhisselâm’ın duâsını kitâbında zikretmiştir. Namazın ehli olan İbrâhîm aleyhisselâm; “Rabbim! Beni namaza devam eden bir kimse eyle. Soyumdan da böyle kimseler yarat. Rabbimiz! Duâmı kabul eyle.” [İbrâhim: 14/40] diyerek Rabbimize niyâzda bulunmuştur. Nebîmiz aleyhisselâm da namaz için; “Namaz, gözümün nuru kılndı” [Ahmed, Nesâî] demiş ve namaz ile ferahlamıştır. [Ebû Dâvud] Rabbimiz; “Secde et ve (Allâh’a) yaklaş.” [Alak: 96/19] buyurmuşken, Nebîmiz aleyhisselâm ise; “Kulun Rabbine en yakın olduğu an secde hâlidir. Bu sebeble secde de duâyı çok yapın” [Müslim] sözüyle ümmetine nasihat etmiştir.
Namaz, en-Nûr olan Rabbimizin ikrâmı bir nûrdur. Zira Nebîmiz aleyhisselâm; “Namaz, nûrdur.” [Müslim] buyurmuştur. Namaz kılan bir musallinin içi de dışı da nûrlanır. Dünyâda namazla ferahlayanların, kabirde sorguları kolaylaşacak ve onlar kabirde de ferahlayacaklardır. Kul, bu dünyâda geçici olduğunu, Rabbini razı etmesi gerektiğini ve beş vakit namazı kılmadan Rabbini asla razı edemeyeceğini aklından hiç çıkarmamalıdır. Beş vakit namazlarını edâ eden bahtiyar mü’minler, şâyet i’tikâfın ehli olabilirlerse orada terâvîh namazını da cematle edâ edeceklerdir. Bunun yanında teheccüd namazına ve diğer namazlara da ehemmiyet vererek namazla ruhî arınmayı yaşayıp, kıyamın ehli olacaklardır. Sahâbe-i kirâm; gündüzlerin mücâhidleri, gecelerin âbidleriydiler. Sahâbeyi ayağa kaldıran namaz, bizleri de ayağa kaldırmalıdır.
c) Kur’ân Tilâveti:
Kur’ân, Âlemlerin Rabbinin son elçisi Muhammed aleyhisselâm’a peyderpey indirdiği, muttakiler için rehber, mü’minlere rahmet ve öğüt olan, nesilden nesile, tevâtüren gelen mûciz kitâbtır. Kur’ân, kelimelerin seçilişi, cümlelerinin kuruluşu, âyetlerinin tertibi, lafızları ve mânâsı ile insânları âciz bırakıp, sözün en güzelini ve doğrusunu söyleyen Âlemlerin Rabbinin son hak kitâbıdır. O Kur’ân ki, ilâhî hükümleri va’z eden, hükümleri kıyâmete dek süren, Arapça indirilse de sadece Arabları ilgilendirmeyen, her yerde, her zaman ve her ırktan insânı doğruya yönlendiren mürşid kitâbtır. Kur’ân’a îmân edenler olarak bizler de Kur’ân’ı okuyup, öğrenmeli ve hükümleriyle amel etmeliyiz.
Tilâvet kelimesi “Kur’ân’ı usulüne göre okumak” mânâsındadır. Kırâatte okumak mânâsına gelse de tilâvet kırâatten daha özeldir. Her tilâvet kırâattır ancak her kırâat tilâvet değildir. Tilâvette ittiba, duyurup bildirme anlamı da vardır. Kur’ân, bazı günlerde ve gecelerde, belirli yerlerde okunacak bir kitâb değildir. Kur’ân, hayât kitâbıdır. Bir mü’min, mü’mince bir hayâtı Kur’ân vahyini okuyarak tahsil etmeli, fehmettiklerini, hıfz ederek, hayâta dönüştürmelidir. Ne hazindir ki Ramazan’ı Kur’ân’ı tilâvet ayı olarak görenler, on bir ayda Kur’ân okumaktan gafil kalabilmektedirler.
Mu’tekif, i’tikâfta Kur’ân okuduğu gibi diğer on bir ayda ki “Kur’ân tilâveti” muhasebesini de yapmalıdır. Nebîmiz aleyhisselâm, Ramazan ayında Cebrâîl aleyhiselâm’la buluşur, Cibrîl-i Emin kendisine Kur’ân’ı arz ederdi. Vefat edeceği sene ise iki defa arz etmiştir. [Buhârî] Bizler de Ramazan’da Kur’ân’la irtibâtımızı daha da artırmalıyız.
d) Tevbe ve İstiğfar:
Tevbe, kulun işlediklerinden nedâmet duyarak, onları terk etmesi, Allâh’u Teâlâ’ya yönelerek, O’nun emirlerini yerine getirip, yasaklarından da kaçarak Rabbinden bağışlanma dilemesidir. Tevbe, kul için farzdır.
Kur’ân’da Rabbimiz, tevvâbini/tevbe edenleri sevdiğini söyler. [Bakara: 2/222] Hatakâr ve günahkâr kullar için tevbe hayâtın içerisinde sürekli olmalıdır.
İstiğfar, günahları bağışlayan Allâh’u Teâlâ’dan hataların ve günahların bağışlanmasını istemektir. Kul, kendi günahları için istiğfarda bulunduğu gibi, diğer Müslümanlar içinde istiğfarda bulunup, onların da bağışlanmalarını dilemelidir.
Mu’tekif için i’tikâf, tevbenin ve istiğfarın bolca yapılması gereken zamanlardır. Zira i’tikâf, bedeni bir yere hapsetmekten öte, kalbin arınması içindir. O da tevbe ve istiğfarsız olmaz. Göz pınarları kuruyanlar, kalblerinde maraz olanlardır. Tevbe ve istiğfar, marazların devâsı ve şifâsıdır. Kul için her gün, her yerde tevbe ve istiğfar kaçınılmazdır. Aslında yapılabilse her yeni güne seherlerde istiğfarla başlanılmalıdır. Zira Rabbimiz, has kulları için; “Geceleri pek az uyurlardı. Seher vakitlerinde istiğfar ederlerdi.” [Zâriyât: 51/17-18] buyurmuştur.
Herkes, her zaman seher vaktinde uyanık olamayabilir. Ancak seçilmiş ay olan Ramazan’da sahura kalkanlar ayaktadırlar ve bu vakitlerde tevbe ve istiğfar etmelidirler. Yine i’tikâfa girenler de geceyi fırsat, seher vakitlerini ganimet bilmeli; el-Afuvv’dan tam bir ümit ve teslimiyet ile af dilemelidirler.
e) Duâ:
Duâ, kulun tüm benliğiyle, içten içe, gizli ve açık, aracısız bir şekilde el-Karîb ve el-Mucîb olan Allâh’u Teâlâ’ya tâzimle yönelerek hâlini O’na arz etmesi, maddî ve mânevî tüm isteklerini ve ihtiyaçlarını sadece O’ndan istemesidir. Hadîsler de ifâde edildiği üzere; “Duâ, ibâdettir” [Tirmizî] hatta “Duâ, ibâdetin özüdür.” [Tirmizî] Şartlarını yerine getirerek duâ edenleri Rabbimiz boş çevirmez. Rabbimiz; “Bana duâ edin size icâbet edeyim.” [Mü’min: 40/60] “En güzel isimler Allâh’ındır. O’na o güzel isimleriyle duâ edin.” [A’râf: 7/180] buyurmuştur.
Bizler de ehli îmân olarak, her daim Rabbimize inâbe ederek, O’na çokça niyâzda bulunmalıyız. En küçüğünden en büyüğüne kadar tüm isteklerimizi Rabbimizden istemeli ve sabırsız olmamalıyız.
Kendimiz için istediğimiz tüm hayırları mü’min kardeşlerimiz içinde istemeli, kendimiz için istemediklerimizi yine mü’minler için de istememeliyiz.
Mü’minlerin yüzlerine ve gıyablarında duâ etmeli, onlardan da bizim için duâ etmelerini istemeliyiz. Zira duâ etmek ve duâ istemek Nebîmiz aleyhisselâm’ın Sünnet’indendir.
“Duâ, kulun Rabbiyle irtibâtıdır” diyen bir mü’min, hayâtında duânın ehli olması gerektiği gibi, yine i’tikâfta da çokça duâ etmelidir. Zaten günahları her gün çokça işleyen bir kulun bir defa istiğfar ve duâ etmesi abestir. Mu’tekif, duâda ısrarcı olmalıdır. Sürekli ve sürekli duâya sarılmalı; kendisi, âilesi, sevdikleri için duâ ettiği gibi umumî duâlar yaparak ümmetimizin içerisinde bulunduğu şu zelil durumun bitmesi, izzet günlerinin tekrar gelmesini Rabbimizden istemelidir.
f) Zikrullâh:
Zikir, anmak, hatırlamak, yâd etmek; zikrullâhsa, Allâh’u Teâlâ’yı anmak, hatırlamak, yâd etmek demektir. Rabbimiz, kitâbında zâtını çok anan erkeklere ve kadınlara büyük mükâfât vereceğini ve onların bağışlanacaklarını bildirilmiştir. [Ahzâb: 33/35] Allâh’u Teâlâ’nın rızâsını kazanma gâyesi taşıyan her bir müslim, zâkir olmalıdır. Rabbimizin rızâsını kazandıran şeylerin en başında zikrullâh gelir. Zâkir, gafletten kurtularak, kurbiyete ulaşır. Zikir, değersiz görülüp önemsenmeyecek, başkalarına aitmiş gibi görülecek bir ameliye değildir. Bilakis zikir, her mü’min için kaçınılmazdır, zarûrîdir; mu’tekifte zikre ehemmiyet vererek; kalben, lisânen ve bedenen zikir ederek zâkirlerden olmalıdır.
g) Tefekkür:
Tefekkür, düşünmek demektir. İnsân, akleden ve düşünen bir varlıktır. Akıl, akıl sâhiblerine verilmiş büyük bir ikrâm; tefekkür ise büyük bir nimettir. Gafletin derin uykularından uyandıran Rahmânî bir tefekkür, ibâdet hükmündedir. Kul, varlığı ve yokluğu, bugünü ve yarını, hayâtı ve ölümü, enfüsî ve afakî olan şeyleri tefekkürle anlamlandırır. Gaflet sisinin kalın perdeleri tefekkürle aralanır. O perdeler ki hakîkat güneşinin görülmesini engeller. Tefekkür ehli, Allâh’u Teâlâ’nın yardımıyla gafletin kalın perdelerini kaldırarak şuur gözüyle hakîkate nazar eder. Tefekkürle hakîkat yolcusu olması gerekenler bazen gaflet duraklarında kalakalırlar. Böyle bir durumda tefekkür hakîkat yolcusunun imdâdına yetişir. Ramazan’da da her mü’min, tefekküre önem vermeli ve hayât sermayesini düşünmelidir. Hayât sâhibleri, yeni bir Ramazan’a kavuşulmuştur ancak bir diğerine ulaşmak meçhuldur. Kul, bunun muhasebesini yaparak, fanî âlemden bakî âleme yolcu olduğunu aklından hiç çıkarmadan hayâtını gözden geçirmeli; dünyâsı ve âhireti için hayırlı kararlar almalıdır.
İ’tikâfa Benzeyen Kavramlar
İslâm dîni halkla alâkayı keserek insânlardan tamamen uzaklaştıran bir ruhbanlığı hoş görmemiştir. Belirli insânlar, belirli zamanlarlarda, belirli adlarla kendilerine yazılmayan bir takım uygulamalar yapmışlar ve hâlen de yapmaktadırlar. Bunlara üç başlıkta kısaca değineceğiz.
a) İnzivâ:
Tenhaya veya köşeye çekilerek, insânlardan uzaklaşmak mânâsına gelir. İnzivâda bir müddet dünyâdan uzaklaşmak vardır. İşi gücü, çoluk çocuğu kendi hâllerine bırarak inzivâya çekilmek doğru değildir. Hatta kendilerine bakamayacak durumda iseler kişinin âile ferdlerini bırakarak i’tikâfa girmesi bile doğru olmaz.
b) Uzlet:
insânlarla birlikte olmaktan uzaklaşarak, bir kenera çekilmek demektir. Uzlete çekilen hem insânlardan kendini koruduğunu, hem de insânların kendisinden korunduğunu söyler. Uzlet, inviza anlamında da kullanılmıştır. Uzletin faydalı olduğunu söyleyenler olsa da bu uzlet hayâtın akışını bozmamalıdır.
c) Halvet:
İnsânlardan uzak yalnız başına tenhaya çekilme mânâsına gelen halvet; günahlardan korunmak ve daha iyi ibâdet edebilmek için insânların olmadığı ıssız yerlerde yaşamayı tercih etmektir. Halvete girmek ibâdet, zikir, riyâzet ve murâkebe ile tenha bir odada, tekkelerde, halvethâne ya da halvetgâh denilen bir hücreye kapanmaktır. Tasavvufcuların farklı kolları vardır. Bazı kollarında kırk günlük halvete girerler. Halk arasında kırk günlük halvete girmeye “çile” denir.
Çile kelimesi Farsça çihil yani kırk demektir. Çile yöntemini uygulayan kişi nefsini dizginlemek için Allâh’ın helallerini kendine kısıtlar. Bir çeşit perhiz uygular. Yeme-içme ve uyumayı azaltır; oruç, namaz gibi ibâdetleri ise artırır. Bunlar, nefsi tezkiye için yapılsa bile Nebîmiz aleyhisselâm’ın Sünnet’inde olmayan uygulamalardan kaçınmak gerekir.
Sünnet’e muhalefet edenlerin; (inzivâ, uzlet, halvet ve benzeri) uygulamaları çıkarmaları, kendilerine çilehâneler kurmaları doğru değildir. Bunlar, iyi niyetle yapılsa da durum değişmez. Zira iyi niyet, bid’at bir ameli meşrulaştırmaz. Doğru uygulama, Sünnet’te yeri olan uygulamadır. Sünnet’in dışına çıkmak, bid’attir ve dînen yerilmiştir. Nebî aleyhisselâm zamanında da sahâbelerden bazıları Osman bin Maz’un’un evinde toplandılar. Bu sahâbîler; sürekli oruç tutmak, geceleri sürekli namaz kılmak, kadınların yanına gitmemek, et yememek, eskiler giyinmek gibi ruhbâniyeti andıran şeyleri zikrederek bunlar üzerine sözleştiler. Bu durumu Nebîmiz aleyhisselâm’a bildirdiklerin de Nebîmiz buyurdu ki: “Hem oruç tutun, hem yiyin, hem ibâdet edin, hem uyuyun. Ben, hem oruç tutuyorum, hem iftar ediyorum ve kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden uzaklaşan benden değildir.” [Buhârî, Müslim]
İslâm, her hak sâhibine hakkını vermeyi emreder. Kul, üzerinde Rabbinin hakları olduğu gibi, bedeninin, eşinin ve çocuklarının da hakları vardır; hak sâhiblerine haklarını vermemekse zulümdür. İslâm ise her türlü zulmü yasaklar. Eski ümmetlerden bazıları da ruhbâniyetle hayâttan uzaklaştılar, onların yaptıklarının doğru olmadığını da Rabbimiz bizlere; “Ruhbanca riyâzete gelince biz onlara bunu emretmedik. Allâh’ın rızâsını kazanmak maksadıyla onu kendileri uydurdu.” [Hadid: 57/27] buyruğuyla bildirmiştir.
İslâm’da ruhbanlık yoktur. Allâh’u Teâlâ’nın yazmadığını kendilerine yazanlar, büyük bir yanlışın içerisindedirler. Buna rağmen dînimizde i’tikâf vardır ve i’tikâf sünnettir. İ’tikâf ile mü’min bir kul, hem sevâb kazanır ve hem de arınır. Kişi, şâyet uzlete çekilecekse geceleri insânlar uykudayken Rabbiyle birlikte olmalı, namaz kılarak, Rabbini zikrederek, istiğfar, tevbe ve gözyaşı ile arınmalıdır.
İ’tikâfın Kazandırdıkları
Dînimiz İslâm’da önemsiz bir ibâdet yoktur. Her bir ibâdet, kulluk şuuruyla nazar edildiğinde güzeldir ve gereklidir. Rabbimiz, es-Samed’dir; kullarının ibâdetlerine ihtiyacı yoktur ancak kulların ibâdet etmeye ihtiyaçları vardır. Kullarını yaratan ve yarattıklarını en iyi bilen Rabbimiz, kullarının ihtiyaçlarını rahmet olarak onlara yazmış, tevhîd elçilerini göndererek nasıl uygulanacağını da örnekleriyle göstermiştir. İ’tikâf, Nebîmiz aleyhisselâm’ın unutulmaya yüz tutan bir Sünnet’idir. Müekked-gayri müekked demeden Sünnet’e yapışanlar, onunla amel edenler, hiçbir zaman mahrum ve mahcup olmamışlardır.
İ’tikâfın faziletleri ve kula kazandırdıkları çoktur. Öncelikle mu’tekif, i’tikâfla Nebîmiz aleyhisselâm’ın yolunu yol edinmiş ve terk edilmeye yüz tutan bir ibâdetle amel ederek Sünnet’i ihyâ etmiştir.
Bunun yanısıra i’tikâfta tefekkür etme imkânı vardır. Mu’tekif, bu vesîleyle hayâtının muhasebesini yapar, ölümü ve sonrasını düşünür. İ’tikâfdayken mâlâyâniden ve günahlardan korunur.
Rabbimizin kabul edeceği oruç, zahirî ve bâtınîyle tutulan bir oruçken, mu’tekif bu orucu i’tikâfta tutabilme imkânına kavuşur. İ’tikâf ehli bir mu’tekif, Allâh için yaptığı ibâdetlerle kalb huzurunu elde eder.
On bir ay boyunca dünyevî hastalıklarla hastalanan kalbini tedavi etmeye çalışır. Halisâne olarak Rabbine yönelir. Tevbe ve istiğfar ederek günahlarının affını ister. Kur’ân okur ve her harfine on sevâb alır. Şâyet mânâlarını tefekkür edebilirse Kur’ân ikliminde dolaşır.
Hayât sabrettiklerimizden ve şükrettiklerimizden müteşekkil iken mu’tekif, nefsini sabra ve taate alıştırır. Mescidde muvahhîdlerle birlikte beş vakit namazı edâ ederek daha fazla sevâb kazanır.
Sahuru ve iftarı birlikte yapıp, omuz omuza namaz kıldığı mü’minlerle ulvî bir atmosferi paylaşır. Kendisine ve Müslümanlara daha çok duâ eder, Müslümanların duâlarına mazhar olur. Mu’tekif, i’tikâfta ibâdetleriyle kulluk şuurunu canlı tutar. Ramazan’dan sonrası için mânevî bir güç biriktirir. On gün boyunca i’tikâf yapan bir mu’tekif, Kadir gecesini de ihyâ ederek bin aydan daha hayırlı bir geceyi ihyâ etmenin ecrini alır.
Hâtime:
Rabbimize yarattıkları adetince hamd eder, her bir okuyucunun yazılanlardan çokça istifâde etmesini Rabbimden dilerim. Konuyla alâkalı daha birçok nakil yapılıp, sözler uzatılabilirdi ancak biz bu kadarla iktifâ ettik. Okuyucu kardeşlerimize selâm ve duâ eder, duâlarını beklerim.
“Başarmam ancak Allâh’ın yardımıyladır. Ben, yalnızca O’na tevekkül ettim ve ancak O’na yöneliyorum.” [Hûd: 11/88]
Minhâc Dergisi 1. Özel Sayı | Mart 2024 | Hakan Emin