«
  1. Anasayfa
  2. 8. SAYI / OCAK 2024
  3. Sabredenler ve Şükredenler

Sabredenler ve Şükredenler

İBRAHİM

El- Hâdî ve Es- Sabûr olan Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın ismi ile…

Hamd, insanı yaratan, kullarına sayısız nimetler bahşeden, onlara sorumluluk verip sınayan, kimi zaman güldüren, kimi zamansa hüzünlendiren Allâh Subhânehu ve Teâlâ’yadır. Salât ve selâm ise bizlere verilen bu fırsatları en iyi şekilde kullanabilmemiz için gönderilen tüm peygamberlerin üzerine olsun. O peygamberler ki beşîrdirler ve nezîrdirler.

Her kavramın, İslâm’ın kendisine biçtiği apayrı bir manası olduğu gibi “sabır” kavramının da İslâm’ın kendisine lütfettiği, yalnızca ona özgü bir manası vardır. Biz de bu yeni sayımızda sizlerle İslâm’ın, sabra yüklemiş olduğu manalara ışık tutmaya çalışacağız. Gayret bizden yardım ve başarı ise Allâh’tandır.

Bugün özellikle de Türkiye’de sabır denince akla fakirlere yakışan, türlü başarısızlık öyküleri ardından gelen kaçınılmaz sonuçlar gelmektedir. Peki sabır gerçekten de yalnızca fakirlere mi yakışır? Ya da sadece yanlış zamanda yanlış yöne atılan bir adımın kaçınılmaz sonucu mudur sabır? Tabii ki de değildir. Hele hele biz muvahhid Müslümanlar için.

O, bizler için peygamberin akıttığı göz yaşlarıdır ya da başka bir peygamberin yıllarca oğluna hasret kalması ya da başka birinin çocuğunu boğazlaması yahut bir başkasının malını, evlatlarını, sağlığını her şeyini kaybetmesidir. Ya da bir başkasının yurdundan çıkarılmasıdır, Tâif’te taşlanması, Uhud’da dişlerinin kırılması ve türlü iftiralara uğramasıdır sabır. Kısaca söylemek gerekirse bize göre sabır, peygamber ahlâkıdır. Ve her birimiz isteriz ki bu ahlâkla ahlâklanalım. Bunun için çalışırız, çocuklarımıza bunu aşılarız çünkü bizim için kurtuluşun reçetesinde bir maddedir sabır.

Hepimiz biliriz ki her şeyin bir sonu vardır; çekilen çilelerin, akan göz yaşlarının, hatta insanın içini kurutan hasretin bile bir sonu vardır. Yine bütün sevinçlerin, mutlulukların bir sonu vardır. Tıpkı tüm bunlar gibi sabrın da bir sonu vardır. İnsana uğraşlarının, emeklerinin ya da öylece bekleyişinin karşılığının verileceği, her şeyin bittiği ve yepyeni sayfaların açıldığı yepyeni bir son! Sanırım her son yeni bir başlangıçtır demek tam da böyle bir şey olsa gerek.

Geçenlerde İbn Kayyim el-Cevziyye rahimehullâh’ın “Sabredenler ve Şükredenler” isimli kitabı geçti elime. Altını çizerek söylüyorum herkesin okuması gereken güzel, nadide bir eser. Orada sabırdan ve şükürden bahsetmiş yazar. Mesela Cüneyd b. Muhammed rahimehullâh; “Sabır, insanın yüzünü ekşitmeden acıları yudumlamasıdır.” demiş. Bu açıklamaya göre; zor bir duruma veyahut iyi bir işin devamlılığına ya da kötü bir şey yapmamaya gösterilirmiş sabır. Peki, tamam da yüzünü neden ekşitme demiş ki? Şikâyet etsek de yüz ekşitsek de sabır göstermiş olmaz mıyız? Sonuçta başımıza geleni yine biz çekiyoruz. Her ne olursa olsun o acıyı sırtlanan yine biz değil miyiz?

Ama yine aynı kitapta Rüveym rahimehullâh; “Sabır, şikâyeti terk etmektir.” demiş. Zaten bizi biz yapan ve diğer insanlardan ayıranda tam olarak bu değil midir? Hepimiz başımıza gelen sıkıntılara, problemlere atlatamadığımız için sabır göstermek zorunda değil miyiz? Kaçmaya güç yetire bilen varsa kaçsın tabi. Ama şu var ki mü’min bir kul başına gelen durumlar karşısında göstermesi gereken sabra ibâdet anlamı yüklemiştir. Onun için katlanması gereken bu durum adeta sevgiliye ulaşmak için katlanılması kaçınılmaz birkaç ıstıraptan başkası değildir. Özlemi, hasreti artıran, insanın gayesini, niyetini netleştiren ve kendisine bile isteye razı olduğu birkaç küçük ıstırap.

İşte bu yüzden ekşitmemeliyiz yüzümüzü. Hem yüzümüzü de ekşiteceksek ne farkımız kalır ki diğerlerinden? Başlarına gelen duruma kaçınmaksızın katlanan insanlardan!  İyi olsun, kötü olsun, bize fayda versin ya da zarar veriyormuş gibi görünsün her şey bizim için, bizim lehimize değil midir? Öyleyse yüz ekşitmek niye? Az önce de ifade ettiğimiz üzere her şeyin bir sonu vardır. Önemli olan Rabbe asi olmamaktır. Demiş ya şair “bu dert benden gider ama ben Rabbime asi kaldım.” diye.

Yine yazar kitapta sabırla ilgili şu ifadelere yer veriyor;

“Bazı kimselerin kendisine faydalı olanlara sabretmesi, zararlı olanlara sabretmesinden daha kuvvetlidir. Böyle kimseler ibâdet ve tâatin meşakkatine sabreder fakat yasak olanlara sabredemez.

Bazı kimselerin de yasaklara sabretmesi ibâdet ve tâatin meşakkatine sabretmesinden daha kuvvetlidir.

Bazı kimselerin de bunlardan hiçbirine sabrı yoktur, insanların en üstün ve faziletlisi hem ibâdet ve tâatin meşakkatine hem de yasaklara sabreden kimsedir.

Birçok kimse, sıcak olsun soğuk olsun geceleri ibâdet etme, gündüzleri oruç tutma meşakkatine sabrederler, fakat harama bakmamaya sabredemezler. Bazısı da haramlara bakmamaya sabreder; fakat bu sefer iyilikleri yapmaya, kötülüklerden sakınmaya, kâfirler ve münafıklar ile cihâda sabredemezler. İnsanların çokları ise bunlardan hiçbirine sabredemez. Bunların hepsine sabredenler de çok çok azdır.”

Daha evvel sabır konusuna hiç bu açıdan bakmamıştım. Allâh kendisinden razı olsun yazar kitapta yeni bir ufuk açıyor okuyanına. Ve anlıyor ki okuyucu; kişi kendini sürekli gözetlemeli, amellerine bakmalı, nefsinin meyline dikkat etmeli. Kendini ve sabrını sürekli olarak ölçüp biçmeli. Ancak bu takipleri sayesinde hangi sabır sahasında iyi olduğunu analiz edip ona dikkat edebilir. Hangi sabır sahasında zayıf olduğunu yine bu takipleri sayesinde anlayabilir ve o konu üzerine yoğunlaşabilir. Böyle bir çalışma içerisinde olmayan kişilerin sabrı tükenecek, güçlü olan yönleri zayıflarken, zayıf olan yönleri galip gelmeye başlayacaktır ve bu son kaçınılmazdır. Sabrımız, bizim için adeta bir asker niteliğindedir. Eğer onu eğitip, geliştirirsek bizi türlü tehlikelerden korur. Dünyamız ve ahiretimiz için emân vesilesi olur. Sabrımızın başını boş bırakırsak hayvanlar gibi semirir, hantallaşır ve Allâh’ın yasakladığı şeylere karşı meyilli olan nefse karşı mağlup olur. Unutmamalıyız ki sabrın en büyük düşmanı nefistir.

Yine kitapta;

“Bir kul, sabretmeye kendini zorlar ve onun üzerinde ısrarla durursa, sabır onun için bir tabiat olur. Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem bir hadis-i şeriflerinde, ‘Her kim sabretmek isterse, Cenab-ı Hak ona sabrı ihsan eder.’ [Muttefekun Aleyh] buyurmuşlardır.” Demek ki insan sabır gibi güzel bir ahlâkı sonradan edinebilir. Bunun için çalışması, Allâh’ın yardımına sığınması gerekmektedir.

“İnsanın sabrı, hevâ ve şehvet kuvvetine üstün gelirse meleklere katılır. Fakat hevâ ve şehvet kuvveti sabrına üstün gelirse şeytanlara katılır. Yemek, içmek ve cinsi münasebet gibi tabiatının kuvvetleri sabra üstün gelirse, hayvanlara katılır.”

İnsanın sabrı onun nerede, kimin yanında duracağını belirler. Sabrın varlığı insanı melekler mertebesine çıkarırken, yokluğu alaşağı edebilir. Bu yüzden yine söylüyorum sabrımızın nelerde zayıf olduğunu bilmemiz, tespit ve gözlem yapmamız, eksileri üzerinde çalışıp, iyi olanları desteklememiz gerekir. Aksi taktirde yaratılış olarak mahlûkatın en üstünü olan bizler derece bakımından en aşağılık kimseler oluruz ki bundan El-Hâfıd ve Er-Râfi olan Rabbimize sığınırız.

Yine kitapta;

“Sabır, alakalı olduğu konulara göre üç kısımdır. Birinci kısım, emirleri, ibâdet ve tâatleri eda edinceye kadar gösterilen sabırdır. İkinci kısım, yasakları ve şeriata uygun olmayanları yapmamaya sabırdır. Üçüncü kısım kaza ve kadere kızmayıp, bunlara sabırdır.”

Bunların yanı sıra, ihtiyari ve mecburi olarak sabrı daha genel başlıklara ayırabiliriz. İhtiyarî sabır; kişinin bile isteye gerçekleştirdiği davranışların sonuçlarına katlanmasıdır. Mecburi sabır ise kişini kendi davranışları, seçimi değil de başkasının onun üzerinde bulunduğu tasarrufların bir sonucudur.

Yine kitapta;

“İhtiyarî sabır, mecburi sabırdan üstündür. Yusuf aleyhisselâm’ın, Azîz’in karısının istediğini yapmadığından dolayı başına gelen hapsedilme gibi felaketlere sabretmesi, kardeşlerinin kendisini kuyuya atmaları, babasıyla arasını ayırmaları ve onu köle olarak satmaları gibi başına gelen musibetlere sabretmesinden daha büyüktür.”

Bilindiği üzere Yusuf aleyhisselâm; kendi iradesi ve Allâh’ın yardımı ile Azîz’in karısının istediğini yapmıyor. Ona da nefsine de karşı geliyor. Hem o kötü olaya sabrediyor hem de o olaydan dolayı başına gelecek sıkıntılara sabrediyor. İşte bu sabır ihtiyarî sabırdır ve zordur dolayısıyla üstündür. Ancak diğer durumlarda kendisinin yapabileceği bir şey olmadığı için sabretmeye mecbur kalıyor. Kısaca Yusuf aleyhisselâm başkaları sebebiyle çeşitli musibetlere maruz kalıyor. İşte bu tür sabır mecburi sabırdır.

Yine kitapta;

“Her sabır yerine göre faziletlidir. Mesela, yerine göre harama karşı sabretmek faziletlidir, yerine göre ibâdet ve tâate sabretmek faziletlidir.”

O halde kişinin durumuna göre sabrın fazileti değişiklik gösterebilir. Yaşanılan zaman; kişinin maddi, manevi durumu, çevresi, yine çevresinde gerçekleşen olaylar ve bu olaylar karşısında tutunulan tavır, sabrın Allâh katındaki değerini belirlemektedir. Haramlara ulaşabilecek biri ile haramlara ulaşma imkânı olmayan birinin haramlara karşı sabretmesi tabii ki de Allâh katında aynı kıymete sahip değildir. Mesela etrafta haram çoksa harama sabretmek daha faziletli olabilir. Cehaletin kap karanlık duman gibi etrafı sardığı zamanlar da ilme sabretmek elbette daha faziletlidir. Yine zinanın nesli mahvettiği şu günlerde bekârlığa sabretmek elbette daha kıymetlidir. Selâm olsun Allâh için, Allâh yolunda, O’na varıncaya kadar sabreden kullara.

Yine kitapta;

“Allâh’ı sevdiğinden dolayı günahı terk edip O’na itaat eden ile Allâh’ın azabından korktuğundan dolayı günahı terk edip, O’na itaat eden arasında çok büyük fark vardır.”

Sevgi içten gelir. Ve sevginin davranışlara sirayet etmesi kaçınılmazdır. Elbette sevgiyle yapılan işlerinde kıymeti daha büyüktür. Çünkü kişi sevdiği işte başarılıdır ve sevdiği işte süreklilik gösterir. Siz hiç sevmediği bir işi yapıp da başarılı olan ve bu işi ömrü boyunca sürdüren birini gördünüz mü? Evet insan aç kalma endişesiyle bir ömür boyu aynı işte çalışabilir ancak bu demek değildir ki o işi sayesinde başarı onun olacaktır ya da sevmediği bu işten lezzet alacaktır. Sevginin davranışa sirayet etmesi gibi sevgisizlik de davranışlara sirayet eder. Bu durum dünyevi işlerde dahi böyleyken, uhrevi işlerde nasıl böyle olmasın? Elbette ki severek, isteyerek ve korkarak amel edenlerin amelleri Allâh katında daha üstün olacaktır. Çünkü onların amellerinde ne Allâh’ın asla affetmeyeceği şirk, ne hiç sevmediği riya, ne de hiç hoşlanmadığı tembelliğin bulunması söz konusu değildir.

Bir sonraki sayıda görüşmek üzere, selâm ve duâ ile…

  Minhâc Dergisi 8. Sayı | Ocak 2024 | İbrahim Yahya