Mevsimi geldi, karlı ve soğuk bir kışın ardından hayvanlar yaylaya götürülmeye başlandı. Kışın ahırlarda beslenen koyunların sayısı artmış bir halde yaylanın yolunu tuttular. Yazın her gün yaylaya gidecek hayvanlar için hoş bir maraton bu. Bu maratona katılan koyunlar, yeni doğan kuzuların çılgınca zıplamaları eşiğinde her sabah çoban gözetiminde yaylaya gidiyorlar. Yayla dönüşü öğlen vakti sağım içim geri geliyor ve yayla maratonunun ardından geri döndüklerinde tekrar sağılıyorlar. Çoban gözetiminde bazen akşamdan yaylaya gidip gece orada kaldıkları da oluyor. Çoban köpeklerinin havlarına koyunların melemeleri her sabah ve her akşam karışıyor.
Hayvancılığı bir çok köy bıraksa da Garipler Köyü’nün sakinleri sabırlılar. “Badadan, atadan biz böyle gördük, zahmetli olsa da bereketlidir hayvancılık” diyorlar. Onlardan biri olan köyün en eskilerinden Ahmet Amca’nın da elli kadar koyunu var. O da köyün büyük sürüsüne koyunlarını katarak, yaylaya yolluyor. Yazın çobanların işe dahil olması yükünü hafifletse bile kışın Ahmet Amca koyunların bakımıyla tek başına kendisi ilgileniyor. Gerçi hanımı da var ama gözü işi görmez, eli işe işe gitmez cinsinden bir hanım. “İş” denildiğinde sıtma nöbetleri geçiren bir kadıncağız.
Ahmet Amca, her şeye rağmen hanımına ilişmeyen, yapabildiklerini kendisi yapan biri. Zamanında severek ve isteyerek evlenmişler, evlendiğinde hanımını rahat ettirebilmek için elinden geleni de yapmış. Ancak kadın öyle rahata alışmıştı ki bu seferde eli işe gitmez olmuş. “İş” denilince duymazdan ve görmezden gelmeyi âdet haline getirmiş. Öyle ki iş çıkacak diye evine kimsenin gelmesini dahi istemeyen birine dönüşmüş. Öyle ki Ahmet Amca alışveriş yapıp kileri ağzına kadar doldurduğunda söylenmeye başlar; “Yahu bunlara ne gerek vardı şimdi, yine bu kadar masrafa girmişsin?” diye dert yanardı. Bir adı da “Sabır” olan adamcağız da; “Sana aldım hanım!” der ve geçiştirirdi. Biliyordu ki hanımın derdi başkaydı; o, eve misafir gelmesinden çekiniyordu. “Kiler boş olursa misafir de gelmez!” gibi anlamsızca bir düşünceye kapılmıştı; kiler dolduğunda ise hey heyleri geliyordu.
Kadın, evine çocuklarını ve torunlarının gelmesine bile hazmedemiyor, onlara dahi “yabancı muamelesi” yapıyordu. Torunları evine gelip koşturduklarında krizler geçiriyor, bağıra çağıra peşlerinden ev içi maratonunu düzenliyordu.
Ahmet Amca, hanımının durumunu bildiğinden çocuklarının geleceğini dahi ona söylemezdi. Önceden gidip alışverişini yapar, kilere koyar, birkaç gün sonra çat kapı yapan misafirlerini kapıda karşılardı. Tabi bu durum farklı zamanlarda tekrarlanınca evin nazlısı Nazlı Hanım da durumumun fakına varır, gün boyu homurdanırdı. Hatta bazen homurdanmalar eşliğinde uyuyakalır ve horuldardı.
Ahmet Amca yine bir şeyden haberi yokmuş gibi davranır ve hanımının yanında hiçbir şeyi bozuntuya vermezdi. Gerçi misafirler geliyordu da ne oluyordu sanki? Gelen gelinler hazırlıkları yapıyorlar, yemeği hazırlıyorlardı. Nazlı Hanım ise bir sultan edasıyla yerinden kalkmıyor, yapılanları göz ucuyla takip etmekle yetiniyordu. Ahmet Amca, kırk beş senelik evliliğinde sabrı hayat yapmıştı. Çoğu kişinin bir gecekondusu bile yokken, o her sene bir kat çıkarak koca bir gökdelen gibi “sabırdan kuleler” dikmişti.
Yaşlı adam, artık sabır günlerinin sonuna doğru yaklaşıyordu. Ömrü köyünde geçmiş nerdeyse köyünden dışarı adımını atmamıştı. Otuz hanelik köy halkından başka insanları da pek tanımazdı.
Ahmed Amca, tüm olumsuzlara karşı “müspet bakış” dediği bir bakış açısı geliştirmiş ve her ne olursa olsun sabrederek olayın güzel yanını bulmaya çalışmıştı. Mutsuz olsa bile hiçbir zaman mutsuz olduğunu ifade etmez, her zaman tebessüm ederdi.
Yaz başlayıp çiçekler açtığında çiçekleri toplar. Bazen hanımına getirir, bazen yolda gördüğü insanlara hediye ederdi. Yetmişini geçen ömründe kötü birisi olarak tanınmamıştı. Zararsız bir insandı Ahmet Amca, sabırlı bir insan, belkide en büyük zararı kendisine olan bir insan. Onu tanıyanlar; “Bu kadar sabırlı olmak onun belini büktü! Sanki hiç durmadan sabır maratonu koşuyor bu adam!” diyorlardı. Gerçekten de sırtına yılların sabrı oturmuş da kalkmıyordu sanki. Artık yanından ayırmadığı bastonu ile dertleşir olmuştu.
…
Ve günlerden bir gün, yatağa düştü Ahmed Amca. Geçer diye beklediler ama geçmedi. Durumu daha da kötüye gidince çocuklarına haber verdiler. Evlatlarından ikisi de İstanbul’dan köye gittiler. Ahmed Amca gerçektende bitkindi, konuşmak ne büyük bir nimetmiş yeni öğrenmişti. İnsan, yetmişini aşsa da öğrenecekleri varmış demek diye düşündü.
Ahmed Amca İstanbul’da tedavi görecekken, evde yalnız kalamayan Nazlı Hanım’da İstanbul yolcusu oldu. Uçakla kısa bir yolculuktan sonra, çocuklarının evine geldiler. Büyük evlatları Hüseyin, evin bir odasını anne babasına ayırmıştı. Ahmet Amca ağzı var dili yok bir adama dönüşmüş, dünya ile alakasını kesmişti.
Nazlı Hanım ise hem ona, hem de içinde bulundukları duruma üzülüyordu. Şimdi ne olacaktı? Ahmet Bey’in nesi vardı? Durumu tehlikeli miydi? Hastalığı neydi? Hastalığın bir tedavisi var mıydı? Acaba ölecek miydi? Bunları düşününce kendisini alabildiğine huzursuz hissediyordu. O bunları yaşarken dünya Gazze Katliamı’nı yaşıyor, vicdan sahiplerini dehşete düşüren emsalsiz bir katliamı tüm dünya canlı canlı seyrediyordu. Sözde medenî dünya, feryatlar eşliğinde bebeklerin, çocukların, kadınların, yaşlıların toplu olarak katledilişine şahit oluyordu. Sabrı hayat yapan yerdi, Gazze.
Nazlı Hanım, haberlerden gördükleri karşısında donakalmıştı. Bir yandan Ahmed Amca için yaş dökerken, diğer taraftan Gazze için ağlıyordu. Aslında ağlaması ve ağlanması gereken o kadar çok şey vardı ki, bu katliam hepsini gün yüzüne çıkarmıştı.
…
Ahmet Amca, tedavi için geldiği İstanbul’dan sağ olarak köyüne dönemedi. Bir garip olarak yaşadığı bedenini Garipler Köyü’ne defnettiler. Cenazesine tüm köylüler katıldı, hayırlı yâd edilişler kulaklara ulaştı. Köyü, evi, hanımı, hayvanları, tüm hatıraları arkasında kalmış, dünya telaşesi bitmiş, ahiret telaşesiyse başlamıştı. Mezarına çok sevdiği çiçeklerden dikenler, ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi tekrar eski hayatlarına döndüler.
Peki Nazlı Hanım bundan sonra ne yapacaktı? O, köyde tek başına durabilen birisi değildi. Bunun üzerine iki kardeş annelerinin bakımını üstlendiler. Nazlı Hanım, dönüşümlü olarak ikisinin yanında kalacaktı. Misafirleri sevmeyen kadın, uzunca bir misafirliğe çıkıyor gibiydi. Oğullarının evlatlarına yani öz torunlarına nasılda bağırır, onları sustururdu. Ya şimdi bunu nasıl yapacaktı ya da yapabilecek miydi? Gazze’yi gördükten sonra çocuklara bakışı bile değişmişti. O iç aleminde bu gelgitleri yaşıyorken, aklına çilekeş kocası geldi. İstem dışı dudakları gerildi, gözleri doldu, sabır maratonunu azimle bitiren adamı hasretle ve minnetle andı.
…
Minhâc Dergisi 8. Sayı | Ocak 2024 | Urve Tahir