El-Mu’ız ve El-Mukaddim olan Allâh’ın ismi ile….
Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya hamd eder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Salat ve Selâm nebilerin sonuncusu Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem ’in ve bütün nebilerin üzerine olsun.
Dergimizin kıymetli okuyucuları! Bu sayımızla sizlerle “SÜNNET NESLİ” başlığı altında yeniden buluşuyoruz. Hiç şüphesiz öyle bir çağda yaşıyoruz ki, neslimiz her geçen gün “İslâm’dan ve Sünnetten” adım adım uzaklaşmakta, usulsüzlüğün karmaşasında fert fert olup fırkalara ayrılmaktadır. Bu durum bugün öyle bir hal almıştır ki ciğer parelerimiz olan; evlatlarımızı, kardeşlerimizi veya bacılarımızı bu sebepten bir bir yitirir olmuşuz. Bırakın onları bir usul üzerinde birleştirmeyi, çoğu zaman aynı çatı altında dahi toplayamaz hale gelmişiz. Ve ne yazıktır ki bu uğurda yapılan bütün çalışmalar yetersiz kalmakta, atılan her adım ise yok olup gitmektedir.
Bu konuda bizlere düşen, İslâm’a ve Sünnet’e bağlılığın ne kadar gerekli olduğunu, onlarsız hiçbir şeyin fayda vermeyeceğini, onlarsız yapılan herhangi bir amellerin ise zayi olacağını; gücümüz yettiğince ve Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın bizlere verdiği imkanlar dahilinde insanlara açıklamaya devam etmektir. Tam da bu yüzden elimizden geldiğince bu yeni sayımızda sizlerle “SÜNNETE BAĞLILIK” konusunu işleyeceğiz. Çünkü biz Muvahhid Müslümanlar inanıyoruz ki; “Sünneti yaşamak Kurâ’nı yaşamaktır, Sünneti yaşamak İslam’ı yaşamaktır.”
Allâh Teâlâ’dan emeklerimizi zayi etmemesini ve çıktığımız bu yolda bizleri muvaffak kılmasını diliyoruz. Gayret bizden yardım ise Allâh’tandır.
Söze Başlarken:
Din; insanlara bir hayat tarzı sunar, bir dünya görüşü verir. Buna göre o dinden olanlar, hayata ve olaylara kendi inanç ve anlayışlarına (yani dinlerine) göre değer biçerler. Kendilerini böyle bir davaya adamış kimseler hayatlarını; inanç ve anlayışlarına uygun şekilde imar etmek zorundadırlar. Hiç şüphesiz bu zorunluluk ise beraberinde olumsuzlukları ve zorlukları getirir. Ne var ki zorluk olmadan kolaylık, mücadele olmadan da başarı söz konusu değildir.
Bir kimseye bağlılığın en üst seviyesi her şeyi o kimsenin bakış açısı ile görmek ve bütün olanları ona göre değerlendirebilmekle mümkündür. Burada söz konusu olan Peygamber aleyhisselâm ve O’nun hayatı (yani yaşayış şekli) olan Sünnet olunca, bu bağlılık daha da kuvvetlenir. Sünnete bağlı yaşamak; ancak hayatı, insanları, çevreyi Sünnete göre değerlendirmek ile mümkün olur. Değerler, arzular, fikirler, tercihler Onunla ölçülür. Her adım O’nun için atılır, her kapı O’na çıkar. Onun sevdiği sevilir, sevmediği sevilmez. Ve yine O’nun için sevilir, O’nun için buğz edilir…
Her biri, gökyüzündeki yıldızlar kadar değerli olan Ashabı kiram; Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e bağlılıklarını, Sünnetine var güçleriyle sarılarak ve O’na kavuşana kadar da bu hal üzere kalmaya gayret göstererek ispatlamışlardır. Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’i gerek ibadet olarak bildirdiği gerek tavsiye ettiği ve gerekse de fillerinde birebir taklit etmişler; O ne yapmışsa çoğu zaman maksat ve gaye gözetmeden, hoşlarına gitmese dahi yapmaya çalışmışlardır.
Konuyla ilgili hanım sahabelerden iki örnek verecek olursak:
Ömer radıyallahu anh’ın bir hanımı vardı ki her gün sabah ve yatsı namazlarını mescitte cemaatle kılardı. Bir gün kendisine; “kocası Ömer radıyallahu anh’ın bundan hoşlanmadığını ve kıskandığını bildiğin halde niçin namaz için mescide gelmekte ısrar ediyorsun?” denildiğinde şöyle karşılık verdi. “Ömer radıyallahu anh’ın benim mescide gelmeme yasak koymasına Peygamber’in; “Allah’ın bayan kullarını Allah’ın mescitlerinden men etmeyiniz.” hadisi engel oluyor.” [Buhari]
Yine bir kadın, Aişe radıyallahu anha ‘ya gelip, kına yakmanın hükmünü sordu. Aişe radıyallahu anha şöyle dedi:
“Bunda bir mahzur yok, ama ben hoşlanmıyorum. Çünkü habibim Râsullah sallallâhu aleyhi ve sellem onun kokusunu sevmezdi.” [Ebu Davud]
Sizlerin de bildiği gibi bu konudaki örnekler burada sayılamayacak kadar çoktur. Bu iki örneği vermekte ki gayemiz ise sahabelerin, Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e ve O’nun Sünnetine olan bağlılıklarını biraz olsun aktarabilmek, tattıkları bu duygulardan biraz olsun nasiplenebilmemiz içindir.
Onların bu tutumu, Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’i ve ashabını adım adım takip etmeye çalışan selefimizin dikkatinden kaçmamış. Sünnet ve Sünnete bağlılık adına ilimler tertip edip düzenlemişler ve bu ilimleri haleflerine büyük bir titizlikle aktarmışlardır.
Şimdi elimizden geldiğince tertip edilen bu ilimle ilgili bazı noktalara değinmeye çalışalım.
SÜNNETE BAĞLILIK
“Sünnete bağlılık” İslâm literatüründe “el-İ’tisâm bi’s-sünne” şeklinde isimlendirilmiştir. Kavramların anlaşılması; o kavramın dil yönünden açık bir şekilde belirlenmesine ihtiyaç duyar. Bu yüzden işe bu kavramı açıklamakla başlayalım.
İ’tisâm, “asm” kökünden türeyen bu kelimenin lügat manasını tespit edebilmemiz için aynı kökten türemiş kelimelerin manalarını dikkate almamız gerekir.
Aynı kökten türeyen “asm” â’same, ismet ve isti’sâm kelimeleri; sarılmak, el ile bırakmayacak şekilde tutmak, yakalamak, kavramak, sığınmak, iltica etmek manalarında i’tisâm kelimesi ile birleşirler.
Asame ve â’same fiilleri ile ismet fiili; korumak, eksik bırakmadan tüm yönleriyle korumak manasına gelir. Nitekim bu anlam; Allah, seni insanlardan koruyacaktır. [Mâide: 5/67] ayetinde açıkça görülmektedir. Ayetten de anlaşılacağı üzere kelime “maddi” ve “manevi” şeylerden koruma ve korunma anlamında kullanılmaktadır. Ayrıca aseme kelimesinin “kurtarıcı” ve (görüşünde) isabetli olmak; ismet kelimesinin de “kurtuluş yolu”, “hayırda sebat” ve “sağlam, doğru, insanların i’tisâm ettikleri kuvvetli iş” anlamlarında olduğunu da tespit etmekteyiz.
İsti’sâm kelimesi ise genellikle “sakınma” ve “kaçınma” anlamında kullanılmaktadır. Bu kelime Kur’ân’ı kerimde şu şekilde kullanılmaktadır:
“Ben onun nefsinden murâd almak istedim, fakat o, bundan şiddetle sakındı.” [Yusuf: 12/32]
Ayette görüldüğü gibi isti’sâm kelimesi kaçınma, açık bir sakınma ve sıkı korunmayı ifade eder. Öte yandan “asame” kelimesinin kifayet manası da bulunmaktadır. “Devenin eti, kışın geri kalanında onlara yetti” cümlesinde de görüldüğü gibi istisâm kelimesi kifayet bildirir.
Tüm bunlar dikkate alındığında i’tisâm kelimesi sözlükte; sarılmak, bağlanmak, yapışmak, sığınmak, dayanmak, güç almak, kuvvetlenmek, yardım istemek, korunmak, kaçınmak anlamlarına gelmektedir. Bu anlamların tümü, aslında “İ’tisâm bi’s-Sünne” terkibinin manası ile uyum içindedir. Mesela en uzak gibi görünen korunma manası bile Sünnet dışı olan şeylerden Sünnetle korunma, Sünnette olmayandan kaçınma anlamlarında i’tisâm bi’s-Sünne terkibiyle uyuşmaktadır.
O halde kelimenin kifayet manası, Sünnetle yetinmek, Sünnet dışı olanlardan Sünnetle korunmak, Sünnetin yeteceğine, yeterli olacağına yine sünnetin koruyucu olduğuna, korunması gerektiğine inanmak, Sünnete bağlanmak, Sünnete sığınmak, tüm zorlukları karşısında Sünnetten güç almak, Sünnetle kuvvetlenmek Sünnetten yardım istemek en önemlisi de Sünnette birleşmek manalarına gelir.
Kavram olarak tetkik ettiğimiz “i’tisâm” kelimesinin, aynı zamanda bir “fiil/eylem” olduğu da dikkate alınmalıdır. Etbau”t-tabiî’nin abid ve zahidlerinden olan Abbad b. Abbad el-Havas Rahimehullah; “Sünnetle amel etmeyip, sadece sözle benimsemekle yetinmeyin. Zira Sünneti amel etmeksizin benimsemek, ilmi zayi etmenin yanında yalan söylemektir” sözleriyle, hayata geçirmedikten sonra sünneti bilmenin bir şey ifade etmediğine işaret etmiştir. Abbad Rahimehullah konuya; “Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir.” [Cuma: 62/5] ve “Size verdiğim şeyi kuvvetle tutun.” [Bakara: 2/63] ayetlerini delil getirmiştir.
Bu düşünceden hareketle i’tisâm’ı bir eylem olarak ele aldığımızda; i’tisâm’ın “korunma” ve “i’tisâm edilen şeyle amel etme” ve eş anlamlısı olan temessük kelimesinin “bir işte devam etme” manaları bir arada düşünüldüğünde; İ’tisâm fiilinin temel vasfının “sürekli, sımsıkı ve güçlü bir bağlılık” şeklinde tezâhhür eden bir uygulama olduğu anlaşılmaktadır.
İ’tisâm ve Taklit Arasındaki İlişki
İ’tisâm’ın tahlilini yaparken önemli meselelerden biride onun, ittiba mı yoksa taklit mi olduğudur. Bu da ancak taklit ile ittiba arasındaki farkın belirlenmesi ile anlaşılır.
Allâh Subhânehu ve Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’in birçok yerinde taklidi zemmetmiş ve insanları bundan sakındırmıştır.
Mesela:
“Allâh’ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesihi rabler edindiler.” [Tevbe: 9/31] buyrulmuştur. Allah’ın emirlerini ihlal konusunda batıl olan taklidi kınayan, taklidin ne kadar tehlikeli boyutlara varabileceğini gösteren bu ayetteki “rab edinmek” ile ilgili olarak Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem; “Rahipler, Allâh’ın haram kıldığını helal, helal kıldığını haram sayıyor halkta onları bu konuda taklit ediyordu. Bu, onlara tapınmak demektir” buyurmuştur. Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah’ın emir ve yasakları varken onların, bunları bırakıp alimlerine tabi olmalarını, taklit etmelerini o kişileri “rab edinmek” olarak tanımlamıştır.
“Babalarımız bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız” [Zuhruf: 43/23-24] ayetinde de inkarcıların, ihtida sayarak atalarına uyduklarına onları taklit ettiklerine değinilmiş ve yanlışı takipteki ısrarları kınanmıştır.
Allâh Subhânehu ve Teâlâ, doğru yoldaki ittibâ’ı ise takdir etmiştir.
“Ben, atalarım; İbrahim, İshak ve Yakub’un dinine uydum.” [Yusuf: 12/36-37] Yusuf aleyhisselâm babalarının yoluna tabi olduğu için övülmüştür.
Taklidin zararlı olmasının sebeplerinden biri de taklit edilen kişilerin durumudur. Çünkü yalnızca Peygamber sallâhu aleyhi ve sellem’in tavırları, fiilleri, kısacası kendisi delil niteliğindedir. Bu yüzden O, taklit edilmeye yegâne layık olan tek kimsedir. Masum olmayan kişilerin taklit edilmesi, dini tahrif eden sebeplerden biridir. Bunlar ise, ismeti sabit olan Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem dışında kalan kimselerdir. Alimler bu yüzden taklidi haram kabul eder ve Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem dışında başka bir kimsenin görüşünü delilsiz olarak almanın helal olmadığını söylerler.
O halde taklit batıl olunca asıllara teslimiyet vacip olur. Asıllar ise hiç şüphesiz ki kitap ve Sünnettir. Taklit, dinin kaynaklarına ulaşmayı, Kitap ve sünnete uymayı önlediği için kınanmıştır. Bu yüzden şunu açıkça ifade edebiliriz ki bilinçsizce insanları taklit edenlerin sonu hep hüsran olmuştur ve olmak zorundadır.
Peygamber sallâhu aleyhi ve sellem, bu konuda uyulması gerekeni ve taklitten kurtulmanın yolunu; “Size iki şey bırakıyorum. Onlara sarılırsanız asla sapıtmazsınız. Allah’ın kitabı ve Resulü’nün Sünnet” [Hâkim] hadisiyle göstermiştir. Muâz b. Cebel radıyallahu anh; “Alim, hidayet üzere de olsa onun hayatını din olarak taklit etmeyin. Mümin fitneye düşer, sonra tövbe eder. Kur’ân’a gelince yol işareti gibi işarettir. (ışıktır.)” diyerek aynı konuda Müslümanları uyarmıştır. Yine imâm Şafii’de; “Allah Teâlâ, Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’ den başka kimseye, ilmi bir delile dayanmadan din konusunda herhangi bir söz söyleme hakkı tanımamıştır” diyerek Peygamberin farklı konumuna işaret etmiştir.
İnsanların örnek alınmalarının zararından dolayı olmalıdır ki Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, “Ben ve ashabım” buyurmamış; “Benim ve ashabımın üzerinde bulundukları yol” [Tirmizi] buyurarak kişilere değil, yola dikkat çekmiştir. Zira önemli olan ameldir, amil değildir.
Bütün bunlar göz önüne alındığında şuursuzca yapılan taklit hiç şüphesiz ki insanı dalalete, karmaşaya dolayısıyla, birliğe değil ayrılığa götürür. Oysa gerek Rabbimiz Teâlâ gerekse de Resulü sallallâhu aleyhi ve sellem bizlere tefrikayı değil, birliği tavsiye etmiş hatta şart koşmuşlardır.
Allâh Teâla, Kur’ân’ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi Allah kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklıyor ki doğru yolu bulasınız.” [Ali İmran: 3/103]
Netice olarak söylemek gerekirse her ne kadar taklit ve i’tisâm arasında “fiil” olarak bir benzerlik görünse de “delile uyma” bakımından çok büyük farklılıklar bulunmaktadır. Bu sebeple Peygambere uymak taklit değil; i’tisâm ve ittibâ iken, Peygamber den başkasına uymak taklittir.
Burada şu hususa da dikkat çekmemiz gerekir ki bizler, Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in yaşadığı çağda yaşamıyoruz. O’ndan, O’nun birleştiriciliğinden, O’nun korumasından, kokusundan, samimiyetinden, şefkatinden… mahrum kalmış insanlarız. Ama yine de bu mahrumiyet bizi fırkalara bölmemeli, ayrı düşürmemelidir. Günümüz de de olduğu gibi her birimiz İslam’ı anladığımız gibi yaşamamalıyız, yaşayamayız. Allah Teâlâ nasıl ki bizleri birbirimizden farklı yarattı ise farklı anlama, farklı kavrama kabiliyetleri ile de her birimizi donattı. Ne var ki bizleri böyle yaratmasına rağmen bizden; kendi düşüncelerimizi, istek arzularımızı, menfaatlerimizi, anlayışlarımız bir kenara bırakarak tek bir anlayış üzerinde bir olmamızı birleşmemizi istedi. Anlaşmalarımızı veya ayrılıklarımızı hep bir sınır ile sınırlandırmamızı, her ne olursa olsun bu sınırı aşmamamızı emretti. Nasıl ki İslâm’ın ilk günlerinden bu yana ümmet bu sınırı Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in anlayışı (yani yaşayışı) ile çizdi ise bugünde biz Muvahhid Müslümanların aynı sınırın içerisinde kalarak gerek nefsimizi gerekse de neslimizi bu usulsüzlük batağından korumamız gerekir.
İşte burada bize düşen ise; İslâm’ı Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in anlattığı, sahabenin ve salih kimselerin anladığı gibi anlayan alimlerimizin peşi sıra gitmektir. Az önce bahsettiğimiz gibi insanların birbirinden farklı anlama kabiliyetleri vardır. Oysa bizden istenen bu değildir. Bu yüzden hayatlarını İslam’a adamış ve bütün yaptıklarını sünnete uygun şekilde yapmaya çalışan Alimlerimiz bizim için adeta birer mihenk taşı niteliğindedir. Bu taş nasıl ki altını veya gümüşü değersiz diğer madenlerden ayırıyor ise Alimlerimizde doğru, değerli olan anlayışı, yanlış değersiz olan anlayıştan ayırırlar. Konumuzla ilgili olarak rivayet edilir ki;
Afrika’da bir kadın hoca efendi’ye gelerek fetva sorar.
Hoca efendi kadına şöyle der;
– “Fetvanı Kur’ân’a ve Sünnete göre mi istersin, yoksa Maliki mezhebine göre mi?”
Kadın:
– “Maliki mezhebine göre” der.
Bu defa hoca efendi:
– “Hayret! İmam Malik’in Rahimehullah fetvasını, Kur’ân ve Sünnetten üstün mü tutuyorsun?” diyerek çıkışır.
Kadın ise şu muhteşem cevabı verir:
– “Hayır! Lakin Kur’ân ve Sünneti, imam Malik’in Rahimehullah senden çok daha iyi anladığına inanıyorum.”
Sonuç Olarak:
Allâh Azze ve Celle yeryüzünü; kendi istediği şekilde imar etmesi için insanoğlunu yarattı. Yüklemiş olduğu bu sorumluluğun insana fayda vermesi için ise iki şart öngördü. Bunlardan birincisi; yapılacak olan imar çalışmasının yalnızca Allah’ın rızasını gözeterek yapılması şartı. Diğeri ise, bu imar çalışmasının tabiri caizse projeye uygun yapılması şartıdır. Allah’ın izni ile biz burada, konumuz gereği ikinci şarttan bahsettik.
Allâh’u Teâlâ, Kur’ân’ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
“Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, verdiği nimetlerle sizi imtihan etmek için bir kısmınıza diğerlerinden üstün dereceler veren O’dur. Şüphesiz Rabbin, azabı pek çabuk olandır; bununla beraber O, elbette çok bağışlayıcıdır ve engin merhamet sahibidir.” [En’âm: 6/165]
“Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. Öyleyse sen de insanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Nefsinin arzu ve temayüllerine uyma ki, bunlar seni Allâh’ın yolundan saptırmasın. Allah yolundan sapanlara gelince, hesap gününü unutmaları sebebiyle, onlara pek şiddetli bir azap vardır.” [Sâd:38/26]
Şimdi sizden konunun daha iyi anlaşılabilmesi için bir inşaat düşünmenizi istiyorum. Öyle bir inşaat ki; halihazırda projesi olmasına rağmen, bu projeye uyan hiçbir usta, kalfa veya çırak yok. Herkes istediği şekilde istediği gibi çalışıyor. Kimi kazı yapıyor, kimi kazı bitmeden demirleri bağlamaya başlıyor. Kalıpçılar; “temelde kalıp olmasa da olur” derken bazıları; “bu kadar kolona gerek yok” diyor. Bazılarıysa; “bu kadar kolon yetmez daha fazla kolon gerekir.” Sonuçta öyle bir bina ortaya çıkıyor ki; ne balkonu belli, ne cephesi, ne mutfağı ne de odaları. Kiminin salonundan asansör geçiyor, kiminin yatak odasından borular…
Oysa, çalışanların çoğu işi bilen işten anlayan insanlardı. Ellerinde bina için gerekli malzemeleri, hatta uyabilecekleri bir projeleri bile vardı. Ama ne oldu? Projede cem olmak yerine herkes kendi fikri doğrultusunda çalıştı, kendi istediğini yaptı. Elde edilen ise hem bütün uğraşları hem de bütün malzemeleri heba eden koca bir hüsrandan başka bir şey olmadı.
Akıllı insanlarında; örnekten çıkan sonuç gibi bir asıl üzerinde cem olmaları ve bunun için kendi doğrularından vaz geçmeleri gerekir. Bu asıl ise hiç şüphesiz ki Kur’ân ve Sünnettir.
Son olarak diyoruz ki:
Bu şuurla hareket etmemizin vakti gelmedi mi artık? Daha ne kadar parçalanacak bu ümmet? Ya da sen, daha ne kadar uzaklaşacaksın cemaatten? Daha kaç kez ciğer parelerimizi yitirmek zorunda kalacağız? Henüz çok geç değilken, hala bir fırsatı varken yola koyulmalı değil mi insan? O halde yol belli, istenen belli, zaman ise kısıtlı.
Pişman olmadan aslımıza dönmek ümidiyle selam ve dua ile…
Minhâc Dergisi 3. Sayı | Ekim 2022 | İbrahim Yahya