Kelâmında hiçbir noksan bulunmayan Allâh Azze ve Celle’nin ismiyle…
Salât ve Selam, Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in, iffetli âlinin ve hürmetleri hiç eksilmeyen güzide sahabilerinin üzerine olsun.
Kıymetli okuyucularımız! Minhâc Dergisi’nin ikinci sayısında, siz değerli kardeşlerimizle tekrar buluşma şerefine nâil olduk. Dergimizin bu sayısında, yazarlarımız kendi alanlarında “Kur’ân-ı Kerim”i ele alacaklar, inşallâh. Biz de, bu yazımızda, Kur’ân-ı Kerim’in ilk inşa etmiş olduğu sahâbe neslinden bahsetmeye çalışacağız. Hakkı söyletmesi adına Rabbimizden yardım diliyor ve O’na (c.c) sığınıyoruz.
İlk Nesil Sahâbe Nesli:
İslâm davetçileri, yaptıkları çalışmalarla Allâh Azze ve Celle’nin yeryüzüne indirdiği yüce kitabına imân eden ve onu hayat nizamı yapan bir nesil yetiştirmeyi hedef edinmişlerdir.
O nesillerle yarınları mayalayıp, İslâm’ı istikbalde hâkim kılmak her davetçinin gayesidir. Hiç şüphesiz ki, atmış olduğu adımlarla başarılı olan en büyük davetçi, Nebimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’dir. O’nun, yarınları mayalamayı başardığı nesilse, bizlere örnek olarak geride bıraktığı sahâbe neslidir. Allâh’u Teâlâ onlardan razı olsun. Âmin.
Sahâbe Kimdir?
Sahâbe kelimesi, lügat itibarıyla “sahib” kelimesinin çoğulu olarak gelmiştir. Sahib kelimesiyse; “dost, arkadaş” gibi anlamları taşımaktadır.
Istılahta ise; “imân üzere Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’i gören ve imân üzere vefat eden kimseye “sahâbe” denir. Bu itibarla sahâbe olabilmek, risâletin ilanından itibaren Nebimiz Aleyhisselâm’ın vefatına kadar olan süre içinde yaşayan kimseler için geçerlidir.
Ayrıca imân üzere Peygamberimiz Aleyhisselâm’ın yaşadığı döneme denk gelmiş, fakat O’nu görememiş kimselerden de bahsedilir. Bu kimseler sahâbe içerisinde değerlendirilmezler. Onlar için “muhadram” tâbiri kullanılmaktadır. Allâh Azze ve Celle, Muhammed Aleyhisselâm’ı elçi olarak seçtiği gibi, O’nun sahabilerini de özel olarak seçmiştir. Sahâbe, Kur’ân-ı Kerim’in mesajını taşıyacak ilk nesil olarak, İslâm davası için özel yetiştirilmiştir. Onlar, Kur’ân-ı Kerim’in birçok ayeti kerimesinde övülmüş ve Rabbimizin rızasına mazhar olmuşlardır. Onlar, bizler için örnek kılınmış öncül nesildir. Onlar, önden gidenlerdir. Allâh Azze ve Celle onların izinden gidebilmeyi bizlere nasip eylesin. Allâhumme amin.
Sahâbelerin Sayısı:
Sahâbelerin sayısı hakkında net bir şey söylenmemiştir. Onlar hakkında yazılan kitaplarda sayıları farklılık göstermiştir. Bu sayı farklılığı, sahâbenin hayatlarını araştıran âlimlerimizin her birinin aynı bilgiye ulaşma imkânına sahip olmamasından kaynaklanabilir. Bu alanda verilmiş olan en hacimli eserin, İbn Hacer el-Askalanî Rahimehullah’a ait olduğu söylenmiştir. İmamımız “el-İsâbe” adlı eserinde; sahabinin biyografisine değinmiştir.
Sahâbenin İleri Gelenleri:
Sahabilerimiz, bizler için ayırımın yapamayacağımız kadar değerlidir. Hepsini çok sever ve hayırla yâd ederiz. Onlardan fazilet ve takva yönünden öne çıkmış olan sahabilerimiz bulunmaktadır. Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’e göre; önce Ebu Bekir sonra Ömer sonra Osman ve sonra Ali radîyallâhu anhum Peygamberimiz Aleyhisselâm’dan sonra bu ümmetin en hayırlılarıdır. Muhakkak ki onlar, bu üstünlüklerini, Allâh Subhânehu ve Teâla’ya karşı olan samimiyetlerinden kazanmışlardır. Rabbimiz de onları Rasulünden sonra bu ümmetin en hayırlı kişileri kılmıştır. Şimdi râşid halifelerimizin hayatlarından kısaca bahsedelim:
Ebu Bekir Radîyallâhu Anhu:
Ebu Bekir radîyallâhu anhu, Peygamberimiz Aleyhisselâm’ın vefatından sonra ilk râşid halife olma şerefini elde etmiştir. Kendisi, Kureyş içerisinde Teymoğulları’na mensubtur. Ebu Bekir radîyallâhu anhu, ahlâki meziyetleriyle nam salmış, sadık kişiliğinden ötürü “sıddık” ünvanına sahib olmuştur. Peygamberimiz, sağlığındayken en çok Ebu Bekir radîyallâhu anhu’yla beraber hareket etmiş, onu kendine en yakın dost edinmiştir. Müslümanlar, Mekke’den Medine’ye hicret ederken, Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, Ebu Bekir radîyallâhu anhu’yla beraber hicret etmiştir. Hicret esnasında müşriklerin tehlikelerinden sakınmak için, Sevr Dağı’nda ki mağaraya beraber sığınmışlardır. Ebu Bekir radîyallâhu anhu orada; “ikinin ikincisi” olarak, Rabbimiz (c.c) tarafından anılmıştır.
Nebimiz Aleyhisselâm, kendinden sonra ümmetin işleri için, hep Ebu Bekir radîyallâhu anhu’yu görevli tayin ederdi. Peygamberimiz Aleyhisselâm, vefatına yakın son günlerinde cemaatle namaz kılamadığı, dolayısıyla insânlara namaz kıldıramadığı zaman, Ebu Bekir radîyallâhu anhu’yu imam tayin etmiştir. Ebu Bekir radîyallâhu anhu Peygamberimizin vefatından sonra da, ilk halife olarak devlet imamlığına seçilmiştir. Hicrî 632-634 tarihleri arasında halifelik yapan Ebu Bekir radîyallâhu anhu, görevi üzereyken altmış üç yaşında vefat etmiştir. Geride bırakmış olduğu sevgisi ve örnekliği ise, dünya var olduğu sürece Müslümanlar tarafından devam ettirilecektir. Ebu Bekir radîyallâhu anhu, sağlığındayken yalnız bırakmadığı arkadaşını, kabirde de yalnız bırakmamış ve O’nunla aynı yere defnedilmiştir. Allâh Azze ve Celle, ondan razı olsun. Allâhumme âmin.
Ömer Radîyallâhu Anhu:
Ömer Radîyallâhu anhu, Ebu Bekir radîyallâhu anhu’dan sonra ikinci râşid halife olma şerefine nâil olmuştur. Kureyş içerisinde, Adiyoğulları’na mensubtur. Ömer radîyallâhu anhu, kişilik olarak adaleti gözeten, dürüst, birazda sert bir mizaca sahipti. Müslümanlar, onun varlığıyla dahi kendilerini güvende hissedebiliyorlardı. Halifelik dönemi süresince her şeyiyle birlikte sadece İslâm’a teslim olmuş ve Müslümanlara kendini feda etmiştir. Ümmet aç iken, o kendisini doyurmakla meşgul olmamış, tebâsı altında bulunan aç bir aileye sırtında un çuvalı taşımıştır. Rabbine karşı hep tevazu içerisinde olmuştur. Sert duruşu içerisinde böylesine iyimser oluşu, onu ayrı bir şahsiyet sahibi kılıyordu.
Peygamberimiz Aleyhisselâm, İslâm’ın ve Müslümanların güç bulması için iki kişinin hidayet bulması adına Allâhu Teâla’ya dua ediyordu. Birincisi Amr bin Hişam (Ebu Cehil) ikincisi ise onun yeğeni olan Ömer bin Hattab idi. Allâh Azze ve Celle, bu iki kişiden Ömer radîyallâhu anhu’ya hidayet etmiş, Rasulünü onunla desteklemiştir. Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, Ömer radîyallâhu anhu’yu çok sever onunla güç bulurdu. Ömer radîyallâhu anhu zamanında çok büyük fetihler gerçekleşmiştir. Vâdedilen Kisra’nın ve Kayser’in sarayları Müslümanlara açılmıştır. Allâh korkusu kendisini kuşatmış olan Ömer radîyallâhu anhu, fetihlerin gerçekleşmesiyle böbürlenmemiş, aksine insânların bu rahatlıktan dolayı dinden uzaklaşmasından korkmuştur. Müslümanlar onu fitnenin kapısı olarak addetmişlerdi. Onun zamanında hiçbir münafık, hiçbir mücrim, İslâm’a karşı bir başkaldırı yapamıyorlardı. Ancak bir gün, namaz esnasındayken Ebu Lü’lü adında ki hain bir Farisî, Ömer radıyallâh anhu’ya suikast düzenlemişti. Zalimce uzanan hançeriyle, adalet timsali olan Ömer radîyallâhu’yu ağır yaralamıştı. Hicrî 634-644 tarihleri arasında halifelik yapan Ömer radîyallâhu anhu, görevi üzereyken almış olduğu ağır yaradan dolayı, altmış üç yaşındayken şehid olmuştur. Geride bırakmış olduğu örnekliğiyle, birçok yarayı sarmaya devam etmektedir. Sağlığındayken hiç ayrı düşmediği arkadaşlarından kabirde de ayrılmamış ve Allâh Rasulü ile Ebu Bekir radîyallâhu anhu’yla aynı yere defnedilmiştir. Allâh ondan razı olsun. Âmin.
Osman Radîyallâhu Anhu:
Osman radîyallâhu anhu, Ömer radîyallâhu’nun vefatından sonra üçüncü râşid halife olma şerefine ulaşmıştır. Kureyş içerisinde, Ümeyyeoğulları’na mensubtur. Osman radîyallâhu anhu, kişilik olarak hayâsı ve cömertliğiyle bilinir. Ayrıca o, maddi durumu güçlü bir insândı. Osman radîyallâhu anhu, Allâh’ın kendisine bahşetmiş olduğu nimetleri, sürekli Müslümanlarla paylaşmış, malıyla İslâm’a çok defa hizmet etmiştir. O, Rasûlullâh Aleyhisselâm’ın mutluluğuyla mutlu olurdu. Birçok defa İslâm ordusunu techizatlandırmış ve Müslümanların su ihtiyacını gidermek için birçok kuyu satın almıştır.
Osman radîyallâhu anhu, aynı zamanda Peygamberimize iki kızı tarafından damat olmuştur. Bu sebeple ona, “iki nur sahibi” manasına gelen “Zinnureyn” lakabı verilmiştir. Osman radîyallâhu anhu öyle yüksek hayâya sahipti ki, Peygamberimizle tokalaşmış olduğu eliyle kendini yıkamaya dahi utanırdı. Rasûlullâh Aleyhisselâm’a olan sevgisi, Peygamberimiz yanında yokken dahi O’na saygı duymaya itiyordu. Osman radîyallâhu anhu, hali ve tavrıyla insânları mest eden ahlâk timsaliydi. Insânlar, onun yanındayken hal ve hareketlerine dikkat etme gereksinimi hissediyorlardı. Peygamberimiz Aleyhisselâm dahi, onun yanında çok daha dikkatli hareket ediyordu. O, gerçekten çok iyi bir dost, güzel bir örnekti. Osman radîyallâhu anhu hicrî 644-656 tarihleri arasında halifelik yapmış ve kendisine asi gelen bir grup bağiy tarafından evinde şehid edilmiştir. Saldırıya uğradığı vakit Kur’ân-ı Kerim okumaktaydı. Kur’ân’a hizmet üzereyken alemlerin Rabbi olan Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya kavuşmuştur. Kendisi Kur’ân-ı Kerim’in yetiştirdiği numine-i imtisâl olarak, bizlere örnek olmaya devam etmektedir. Allâh ondan razı olsun. Âmin.
Ali Radîyallâhu Anhu:
Ali radîyallâhu anhu, Osman radîyallâhu anhu’dan sonra dördüncü râşid halife olma şerefini elde etmiştir. Kureyş içerisinden Haşim Oğulları’na mensub olmakla beraber, Peygamberimiz Aleyhiselâm’ın amcaoğlu olmaktadır. Aynı zamanda Nebimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, amcası Ebu Talib’in maddi durumu kötü olduğu için, küçük yaştayken Ali radîyallâhu anhu’nun bakımı üstlenmiştir. Böylece Ali radîyallâhu anhu, Peygamberimizin yanında büyümüştür. Peygamberimiz Aleyhisselâm, küçüklüğünden beri tanıdığı ve güvendiği amcaoğlu Ali radîyallâhu anhu’yu, büyüdüğünde kızı Fâtıma radîyallâhu anha’yla evlendirmiştir. Peygamberimiz Aleyhisselâm, bu evlilikten Hasan ve Hüseyin başta olmak üzere Muhsin, Zeynep ve Ümmü Külsüm adlarında torun sahibi olmuştur. Ali radîyallâhu anhu bu vesileyle soy ve şeref bakımından Peygamberimize en yakın kişi olmuştur.
Ali radîyallâhu anhu, kişilik olarak cesur, kendinden emin, son derece zeki ve çok güçlü birisiydi. Onun bu özellikleri Müslümanlara güven duygusunu, İslâm düşmanlarına ise, korkuyu tattırırdı. Ali radîyallâhu anhu, Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber başta olmak üzere hemen hemen bütün gazvelere ve serriyelere katılmıştır. Ve birçok savaşta Rasûlullâh Aleyhisselâm’ın sancaktarlığını yapmıştır. Uhud günü müşrikler Nebimiz Aleyhisselâm’ın etrafını kuşatmışken, Ali radîyallâhu anhu bir yiğit olarak, hem amcaoğlunu hem de Allâh Rasulü’nü canı pahasına korumuştur. Hendek günü içeriye sızmaya çalışan düşmanları kazılan hendeklerin içine yığmıştır. Hayber’de Yahudi’lerin en güvenli kalelerini onlar için en tehlikeli yerlere dönüştürmüş, kale kapılarını kendine kalkan olarak kullanmıştır. Daha sonra cihâdını ilmî boyuta taşımış ve ince anlayışıyla ümmet için ilmin kapısı olmuştur. Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın imtihanıdır ki, Ali radîyallâhu anhu hilafeti süresince hep fitnelerle mücadele etmiştir. O, nasibini Müslüman kardeşlerini ıslah etmeye çalışmakla almıştır. Osmân radîyallâhu anhu’nun katillerini bulamayanlar, Ali radîyallâhu anhu’yu sıkıştırıyorlardı. Hilafet makamına kendisini layık görenler, Ali radîyallâhu anhu’nun yerine geçmeye çalışıyorlardı. Bu kimseleri idare etmek bir bakıma kolaydı, ama sonradan öyle bir grup zuhur etti ki kendilerini âlim, Ali radîyallâhu anhuyu cahil(!) olarak addediyorlardı. Cahiller, ilminden faydalanmak için bu kapıyı çalmak yerine, onu kırmak için zehirli kılıç darbeleriyle vurmuşlardır. Onlar, Rasûlullâh Aleyhisselâm’ın cennetle müjdelediği Murtaza’sına, cehennemi layık görecek kadar vahşilerdi. Aynı zamanda, alınları namaz kılmaktan nasır tutacak kadar da abidlerdi. Ancak, bu onlara hiçbir fayda sağlamıyordu. Namazları onları münkerlerinden alıkoymuyordu. Çünkü onların alınlarından önce kalpleri nasır tutmuştu. Onlar, kendilerini dinlerinde samimi sanan, aslı itibarıyla da dinlerinde aşırıya giden “Harici”lerdi. Ali radîyallâhu anhu, onlar hakkında kendisine yöneltilen; “onlar kâfir midir?” sorusuna; “hayır! Onlar dinlerinde aşırıya gitmiş Müslüman kardeşlerimizdir” diyecek kadar itidalli birisiydi. Ali radîyallâhu anhu, hicrî 656-661 tarihleri arasında halifelik yapmış ve halifeliğinin son senesinde haricilerin sinsi kılıç darbesinden ağır yaralanmış ve bir müddet sonra da şehid olmuştur. Geride okudukça kendisinden faydalanacağımız örnek bir hayat bırakmıştır. Allâh’u Teâlâ bu kimselerden razı olmuştur. Bizde onlardan razı olduk.
Sahâbenin Özelliği ve Örnekliği:
Sahabilerimiz, Allâh Subhânehu ve Teâlâ tarafından özel seçilmiş insânlardır. Onlar, Kur’ân-ı Kerim’in ilk inşa etmiş olduğu nesil olarak, akideleri, amelleri ve ahlâklarıyla, İslâm’ı bir bütün olarak yaşamaktaydılar. Hayatlarını tamamen İslâm’a adamışlar, dünya dârını bir misafirhane olarak görmüşlerdir. Onlar, sabaha ulaştıklarında akşama çıkamayacaklarını düşünüp, akşama ulaştıklarında ise sabaha varamayacaklarını hesap edecek kadar da zühd sahibi kimselerdi. Onlar, bu halleriyle Kur’ân-ı Kerim’in ilk nesli olmuşlardır. Şimdi dilerseniz, Kur’ân-ı Kerim’in üç temel öğretisi üzerinden, sahâbelerimizin özelliklerine bakalım.
Akidelerinde Sahâbe:
Allâh Azze ve Celle, Kur’ân-ı Kerim’de tevhîd akidesini emretmiştir. Tevhîd; “Allâh Subhânehu ve Teâlâ’yı birlemek” demektir. Âdem Aleyhisselâm’dan, Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’e kadar bütün peygamberlerin ortak çağrısı tevhîd olmuştur.
Tevhîdin zıttı şirktir. Şirk ise; “Allâh’ın bir vasfını, başkalarına vererek O’na (c.c), ortak koşmak” demektir. Yeryüzü kurulduğu günden beri, tevhîd ve şirk arasındaki mücadeleye ev sahibliği yapmaktadır. Bu mücadeleye örnek verilebilecek en güzel misal ise, Ashâb-ı Kirâm’ın radîyallâhu anhum mücadelesidir. Onlardan sadece Bilal radîyallâhu’nun tevhid direnişini örnek vererek, konumuzu açıklamaya çalışalım, inşallâh.
Bilal radîyallâhu anhu, İslâm’ı ilk kabul eden kimselerdendir. Kendisi, Habeşli siyahî bir köle olup, Kureyş soylarından birine mensub değildir. Ailesi Mekke’ye sonradan gelmiştir. Toplumun mustazaflarındandır. Soy olarak arkasında güçlü bir kabile yoktu; ama Mekke’nin en soylularına, tevhîdi haykıracak kadar Alemlerin Rabbi tarafından destekleniyordu. Bilal radîyallâhu anhu, Umeyye bin Halef’in köleliğini yapmaktaydı. Umeyye bin Halef, Mekke’nin ileri gelenlerindendi. Kendisi, Nebimiz Aleyhisselâm’ın, tevhîd çağrısından sonra büyük bir İslâm düşmanı olmuştur. Nebimiz Aleyhisselâm’a güç yetiremediği için, hıncını kölesi Bilal radîyallâhu anhu’dan çıkarmaktaydı. Bilal radîyallâhu anhu’ya eza ederek, zımnen bütün Müslümanları tehdit etmek istiyordu.
Dininden döndürmek için, Bilal radîyallâhu anhu’yu günün en sıcak saatlerinde kızgın kumlara yatırıyor, göğsüne büyük kaya parçaları basıyor ve tevhîdi inkâr etmesini istiyordu. Bilal radîyallâhu anhu ise Rabbini’nin azâmeti yanında Umeyye’yi gözünde küçücük görüyor ve diliyle; “ehâd, ehâd” yani “birdir bir” diye haykırıyordu. Umeyye hiçbir şekilde umduğunu alamıyordu. Her gün bir kölenin karşısında yenik düşüyordu. Ve bir gün Allâh Azze ve Celle’nin yardımı Bilal radîyallâhu anhu’ya ulaştı. Cömertliğiyle bilinen Ebu Bekir radîyallâhu anhu, Bilal radîyallâhu anhu’yu Umeyye’den satın almış ve onu azat etmişti. Bilal radîyallâhu anhu bu tevhîdi mücadelesinde galib gelmişti. Hem sabrederek nefsine karşı galibgelmiş, hem de kendisine eziyet eden bu vahşi adama karşı galib gelmişti. Allâh’u Teâlâ, bu mücadelenin sonucu olarak, Bedir günü Bilal radîyallâhu anhu’ya, Umeyye’nin öldürüldüğünü göstermiştir. Alemlerin Rabbi muhakkak sabredenlerle beraberdir. Rabbim bizleri de akidelerinde samimi olanlardan eylesin. Allâhumme âmin.
Amellerinde Sahâbe:
Ameller, Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın bizler için Kur’ân-ı Kerim’de emrettiği ya da nehyettiği şeylerdir. Bu emirler ve nehiyler, bazen farz ve haramı, bazen de mendub ve mekruhu ifade etmektedirler. Sahabilerimiz, Rasullullâh Aleyhisselâm’ı bizzat gören kimseler olarak, Allâh Rasulü’nün anlattıklarını çok iyi dinliyor, yaptıklarını çok iyi takip edebiliyorlardı. Allâh Rasulü ne yapıyorsa onlar da yapıyor, neyden uzak duruyorsa onlarda uzak duruyorlardı. Böylece, tevhîd üzere ihlâslı bir şekilde, bidatin her türlüsünden uzak durarak amel ediyorlardı. Ibâdetlerini takva ve huşuyla süslüyorlardı. O sahabilerimizden sadece birisine örnek vererek konumuzu izah etmeye çalışalım, inşallâh.
Abbad bin Bişr radîyallâhu anhu, ibâdete çok düşkün, cihad ehli ve Peygamberimiz Aleyhisselâm’a hizmet etmeyi çok seven bir sahabiydi. Bir gün Nebimiz Aleyhisselâm ile sefere katılmıştı. Rasûlullâh Aleyhisselâm sefer dönüşünde, ordusunu dinlendirmek için uygun bir yerde konaklama kararı almıştı. Orada insânların güvenliğini sağlaması adına, iki tane gönüllü murabıt seçilecekti. Peygamberimiz Aleyhisselâm sahâbesine sordu; “bu gece bizim için kim nöbet tutmak ister?” Çok zaman geçmeden iki ses duyuldu; “biz tutarız ya Rasullullah!” dediler. Bu seslerin sahipleri; Ammar bin Yasir ile Abbad bin Bişr’di (radîyallâhu anhumâ). Nebimiz Aleyhisselâm; “öyleyse vadinin ağzında bekleyin ve etrafa göz kulak olun” buyurdu. Böylece iki kahraman nöbet yerlerine doğru gittiler. Abbad radîyallâhu anhu, Ammar radîyallâhu anhu’ya sordu; “gecenin başında mı beklemek istersin, yoksa sonunda mı?” Ammar radîyallâhu anhu’da başında beklemeyi kabul etti. Nöbete durdu. Fakat çok yorgun olduğu için uyuya kaldı. Abbad radîyallâhu anhu’da vaktini namaz kılmakla değerlendirmek istedi ve namaza durdu. Bu sırada müşriklerden biri onları gördü. Abbad radîyallâhu anhu’yu namaz kılarken gördüğü için bunu çok iyi bir fırsat olarak düşündü. Hemen yayına bir ok alıp, Abbad radîyallâhu anhu’ya fırlattı. Ok, Abbad radîyallâhu anhu’ya saplandı. Huşu içerisinde olan Abbad radîyallâhu anhu, hiç istifini bozmadı. Namazına devam etti. Sonra birkaç ok darbesi daha geldi. Dayanmakta iyice zorlanan Abbad radîyallâhu anhu namazını tamamlayıp, Ammar radîyallâhu anhu’nun yanına gitti. Onu böyle kanlar içinde gören Ammar radîyallâhu anhu; “ne için beni ilk ok darbesinde uyandırmadın?” diye sordu. Bunun üzerine Abbad radîyallâhu anhu; “Ben namazda uzun bir sureye başlamıştım. Sureyi bitirmedikçe kesmek istememiştim. Ama oklar ard ard gelince, vadiyi koruyamayacağız korkusundan artık dayanamadım” dedi. O sırada ise müşrikler çoktan kaçmıştı.
İşte onlar, ibâdetlerini Allâh Subhânehu ve Teâlâ ile buluşmak olarak görüyorlardı. Onlar için zaman, sadece ibâdet edilsin diye akıyordu. Ibâdeti hayat yapan sahâbemize selâm olsun.
Ahlâkında Sahâbe:
Ahlâk, Allâh subhânehu ve Teâlanın Kur’ân-ı Kerim’de emrettiği önemli bir unsurdur. Müslüman bir kişinin kimliğini oluşturan, tamamlayıcı bir kavramdır. Güzel ahlâk, Müslüman’ın akidesini ve ibâdetlerini taçlandıran ziynettir. Kul, şirkten beri olarak, amelleri az da olsa, güzel ahlâk üzere kaldığı sürece, Rabbinin cennetine kabul edilebilir. Nebimiz aleyhisselâm’ı azim ahlâk üzere gören sahabilerimiz de üstün ahlâka sahipti. Yine o sahabilerimizden bir tanesini örnek vererek konumuzu izah edelim, inşallâh.
Nebimiz aleyhisselâm, bir gün ashâbıyla otururken; “birazdan yanınıza cennetliklerden bir adam gelecek, onu görmek ister misiniz?” Buyurdu. Çok geçmeden, yeni abdest aldığı için sakallarından su damlayan bir adam geldi. Ertesi gün, Peygamberimiz aleyhisselâm aynı şeyleri buyurdu. Ve ensardan olan o adam yine aynı şekilde geldi. Bu olay üçüncü günde tekrar edince, sahâbe meraklanmaya başladılar. Acaba bu adam ne yapıyor da Allâh Azze ve Celle onu cennetle müjdeledi diye düşündüler. İşte bu merakını gidermek isteyen sahabilerden birisi, Abdullah bin Amr radîyallâhu anhumâ idi. Abdullah radîyallâhu anhu, cennetle müjdelenen bu adamın ne yaptığını görmek için, ensarî olan bu adamın evinde üç gün misafir oldu. Üç gün geçmesine rağmen baktı ki bu adam diğer insânlardan farklı bir amele sahip değildi. Geceleri uzun uzun ibâdet etmiyor, sadece zaman zaman uyanıp biraz zikrediyordu. Abdullah radîyallâhu anhu, sonunda dayanamayıp, Rasûlullâh aleyhisselâm’ın onun hakkında buyurduklarını söyledi. Kendisinde farklı bir amel görmediğini, acaba Rasûlullâh aleyhisselâm’ın bunu ne için öyle söylediğini sordu. Ensardan olan o adam ise; “bende gördüğünden başkası yoktur. Ancak ben hiçbir Müslüman’a karşı kalbimde kin tutmam ve Allâh’ın vermiş olduğu nimetten dolayı kimseye hased etmem” dedi. Bunun üzerine Abdullah radîyallâhu anhu’da; “işte seni o dereceye ulaştıran bu halindir” diyerek onun bu durumunu anlamış oldu.
Görüldüğü üzere amelleri az da olsa, sahâbe güzel ahlâk üzereydi. Onlar, Rasûlullâh aleyhisselâm’ın diliyle müjdeleniyorlardı. Rabbimizden bizleri de, onlar gibi güzel ahlâklı olanlardan kılmasını dileriz. Allâhumme amin.
Son:
Yazımızın sonunda belirtmek isteriz ki, sahâbemiz bizler için çok önemli bir yere sahiptirler. Çünkü onların hayatı bizler için en güzel örneği teşkil etmektedir. İslâm’a en büyük hizmeti onlar yapmıştır. Onların hayatlarını anlatmakta bizler için dine hizmet etmektir. Kur’ân ve Sünnet, bizlere sahâbelerimiz eliyle rivayet edilmektedir. Öyleyse onları tanımak bizim için kaçınılmazdır. Bu yazımızda biz de, Kur’ân-ı Kerim’in ilk nesli olarak sahâbelerimizi tanıtmak istedik. Böylece hayatlarımızda onlara dair örnekler bulunabilsin. Muradımız yerini bulduysa ne mutlu bizlere. Asr-ı saadetin izlerinin silinmiş olduğu şu zamanda saadeti bulmanız dileğiyle; selametle kalın, hoşçakalın.
Minhâc Dergisi 2. Sayı | Temmuz 2022 | Enes Lütfü