«
  1. Anasayfa
  2. 1. SAYI / NİSAN 2022
  3. İhlas ve Niyet

İhlas ve Niyet

MUHAMMED

Elhamdulillâh, Elhamdulillâh, Elhamdulillâh…

Dergimiz sizlerle! Birbirinden güzel yazar kardeşlerimizle ve birbirinden değerli konularla siz okuyucu kardeşlerimize faydalı olmayı Allâh’u Teâlâ’dan niyaz ediyoruz. Başarıya ulaştıracak ancak Allâh’tır.

Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın izin verdiği müddetçe bu köşemizde İslâm ahlâkına dâir yazmak istiyorum. Zîrâ güzel ahlak, Allâh katında en değerli amellerin başında gelir. O olmadan hiçbir kimse iyilerden kabul edilmez. Onun yokluğu kınanma ve hüsran sebebidir. Bu sebeble de ahlâk ilmini öğrenmek ve öğretmek terki câiz olmayan ilimlerdendir. İhlâs ve hayâ gibi güzel ahlakı edinerek riyâ ve kibir gibi kötü ahlak olarak bildirilen hasletlerden korunmak her Müslüman üzerine farzdır. Ben de inşallah öğrenilmesi farz olan fakat günümüzde çokça ihmal edilen bu ilme katkı sağlamayı Rabbimden dileyerek “Niyet ve İhlâs” konusu ile başlıyorum. Bilindiği üzere niyet edilmeden ve ihlâs olmadan yapılan hiçbir amel Allâh katında kabul edilmez.

İhlâs kelimesi lügatte “bir şeyi, içine karışmış ve değerini düşürmüş olan başka şeylerden temizleyip arındırmak, kurtarmak ve saflaştırmak” anlamına gelir.[1]

Istılâhta ise: “İbâdetleri ve yapılan amelleri gösteriş ve çıkar kaygılarından arındırıp sadece Allâh için yapmak” demektir. Bu da niyetin ve amelin saf olmasıyla, niyeti ve ameli bâtıl kılacak veya kemâline zarar verecek şeylerden korumakla gerçekleşir.

Ebû İsmâîl el-Heravî rahîmehullâh şöyle demiştir: “İhlâs, amelin her türlü karışıklıktan arındırılmasıdır.”[2] İbn Kayyim rahîmehullâh bu sözü şöyle açıklamıştır: “Yani ihlaslı kişi amele, nefsin isteklerinden olan pislikleri karıştırmaz. Bunlar, halkın kalbine girme isteği, onların övgüsünü istemek, kınamalarından kaçmak veya onların kendini yüceltmelerini arzulamak veya mallarını arzulamak, hizmet ve muhabbetlerini istemek, isteklerini karşılamaları veya bundan başka diğer bozukluklar ve pislikler olabilir. Bunların hepsinin ortak noktası, amelle, her kim olursa olsun, Allâh’tan başkasını arzulamaktır.”[3]

İhlâs; şirk ve riyâdan, bâtıl inançlardan, kötü duygulardan, çıkar hesâblarından ve genel mânâda gösteriş arzusundan kalbi temizlemeyi, her türlü hayırlı faâliyete iyi niyetle yönelmeyi ve her durumda yalnızca Allâh’ın rızâsını gözetmeyi ifade eder. İhlâslı olan kimseye “muhlis” denir. İhlâsın zıddı riyâdır. Riyâ ise: “Sadece Allâh rızâsı için yapılması gereken bir amele gösteriş katmak” demektir. Fudayl b. Iyâd rahîmehullâh şöyle demiştir: “Ameli, insânlardan dolayı terk etmek riyâdır. Onlardan dolayı amel etmekse şirktir. İhlâs ise bu ikisinden kurtulmaktır.”[4]

İhlâs, tüm mükellefler üzerine farzdır. Yapılan bir amelin hükmü samimi niyet ve ihlâsa, kötü niyet ve aldatmaya göre değişir. Amelinde ihlâslı olan kişinin yaptığı amel kabul edilir ve o kişi, Allâh’a yakınlaştırılır ve Allâh katında değer kazanır. Niyetinde ihlâs üzere olmayan kişiyse, Allâh’ın rahmetinden uzaklaştırılır ve yaptığı amel kendisinden asla kabul edilmez.

Niyet kelimesi lügatte “kastetmek” mânâsına gelir.[5] Istılâhta ise “kalb ile bir şeyi kastetmek” demektir. İslâm âlimleri, niyeti, lügat mânâsını esas alarak târif etmişler, niyete dâir özel bir tanım ifâde etmemişlerdir. Nitekim Hattâbî rahîmehullâh şöyle demiştir: “Niyet, kalbinle bir şeyi kastetmen ve onu araştırman demektir. Kalbin karar vermesi anlamına geldiği de söylenmiştir.”[6] Beğavî ve Kârafî rahîmehumallâh da niyeti “kalb ile bir şeyi kastetmek” olarak tanımlamışlardır.[7]

Nevevî rahîmehullâh ise: “Niyet: ‘Kasıt’ demektir. Bu da kalbin azmi yani kesin karar vermesidir” demiştir. Ancak kasıt ile azmetmenin arasında bazı farklar olduğu gerekçesiyle bu tanım, Kirmânî rahîmehullâh gibi ilim ehlinden bazılarınca eleştirilmiştir.[8] Zîrâ azmetmek gelecekle ilgilidir. Kastetmek ise, hali hazırda olan bir işle alakalıdır. Buna dâir Cuveynî rahîmehullâh şöyle demiştir: “Eğer niyet gelecekte yapılmak istenen bir fiil ile alakalı olursa, buna ‘azmetmek’ denir. Şayet hâlihazırda yapılmakta olan bir fiile taalluk ederse, ona ‘tahkiki olarak kastetmek’ adı verilir.”[9]

Niyet, ibâdetleri birbirinden ve âdet üzere yapılan işleri de ibâdetlerden ayırır. Niyetin en önemli özelliği, Allâh rızası için bir işi yapmak maksadıyla kalbte oluşan gelen azim ve kasıttır. Niyetin gerçeği, Allâh’ın rızâsını elde etmek ve emrine uymak için irâdeyi yapılan işe yöneltmektir.

Niyet ve ihlâsın tanımını yaptıktan sonra, bu iki kavramın hadîslerde nasıl ifâde edildiğini görebilmek adına meşhûr niyet hadîsini açıklayalım:

“Ameller Niyetlere Göredir” Hadîsi:

Mü’minlerin emîri Ömer b. Hattâb radîyallâhu anh’dan rivâyet edildiğine göre, o, şöyle demiştir:

“Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’i şöyle derken işittim: Ameller, ancak niyetlere göredir. Herkese ancak niyet ettiği şey vardır. Öyleyse kimin hicreti, Allâh’a ve Rasûl’üne ise, onun hicreti Allâh’a ve Rasûl’ünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyâlık veya evleneceği bir kadın için ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.”

Hadîsi; Buhârî, Müslim ve başkaları sahîh olarak rivâyet etmişlerdir.[10]

Bu hadîs, İslâm’ın temel esâslarından birisidir. Hadîsin önemi hakkında imâmlarımız birçok sözler söylemişlerdir. Onlardan Şâfiî rahîmehullâh şöyle demiştir: “Bu hadîs, ilmin üçte biridir. Kapsamına fıkha dair yetmiş konu girmektedir. Bu hadîs bâtıl peşinde koşan, başkasına zarar vermek isteyen, hile yollarına sapmak isteyen hiçbir kimseye, Allâh’u Teâlâ’nın huzuruna kavuşuncaya kadar ileri sürebileceği hiçbir delîl bırakmamıştır.”[11]

Âyet-i kerîmelerin nüzul sebebini bilmek nasıl onları anlamaya yardımcı oluyorsa hadîslerin vürud sebebini bilmek de o derece hadîsleri anlamaya yardımcı olmaktadır. Bu hadîsin söyleniş sebebi hakkında Abdullâh b. Mesûd radîyallâhu anh şöyle demiştir: “Her kim bir şey isteyerek hicret edecek olursa, onun için ancak o şey vardır. Bir adam Ümmü Kays diye anılan bir kadın ile evlenmek için hicret etti. O bakımdan o kimseye ‘Ummü Kays’ın muhaciri’ deniliyordu.” Bunu Taberânî rahîmehullâh el-A’meş’ten şöyle bir lafızla rivayet etmektedir: “Aramızda bir kadına tâlib olmuş bir adam vardı. Sözü geçen bu kadının adı Ümmü Kays idi. Hicret etmedikçe adamla evlenmek istemedi. Bunun üzerine adam da hicret etti ve o kadın ile evlendi. Biz de o kişiye ‘Ummü Kays’ın muhâciri’ diyorduk.”[12]

“Ameller, ancak niyetlere göredir. ”

Ameller, ancak niyetlere göredir. Her amelde bir niyet vardır. Kendisinde niyetin bulunmadığı hiçbir amel yoktur. Zîrâ eylem, bir irâde ve kudretten doğar. İrâde niyettir. Her amel sâhibi bir niyet taşır fakat niyetler farklılık gösterir. Öyle ki bir ameli zâhiren aynı yapan iki kişi arasında bile niyetlerinin farklılığı oranında bazen yerle göğün birbirine uzaklığı kadar fark olur.

Amellerin kabul olması yahut reddedilmesi niyetlere bağlıdır. Allâh için olan ameller Allâh katında kabul edilir ve sevâb kazandırır.  Allâh için olmayan amellerse, kabul edilmez ve sâhibine bir fayda sağlamaz.  İbn Receb rahîmehullâh şöyle demiştir: “Hadîsteki: ‘Ameller ancak niyetlere göredir’ buyruğunu şöyle takdir etmek mümkündür: Ameller niyetlere göre sahîh olur, fâsid olur, makbûl olur, reddedilir, sevâb verilir veya verilmez. Buna göre hadîs, bir amelin geçerli veya geçersiz oluşunun niyetin iyi ya da kötü oluşuna bağlı olduğuna dâir amelin şerî hükmünü haber vermiş olmaktadır.”[13]

Allâh Subhânehu ve Teâlâ, kendisi için yapılan küçücük bir ameli dahi kabul eder ve bunun karşılığında kişiyi hayal bile edemeyeceği şekilde mükâfatlandırır. Zîrâ O, sonsuz lütuf sâhibidir. Kendi rızâsı gözetilmeyen yahut başkalarının rızâları da kastedilen amelleri yıllar yılı yapılmış olsalar bile kabul etmez. Abdullâh b. Mübârek rahîmehullâh şöyle demiştir: “Nice küçük işler vardır niyet onları yüceltir. Nice büyük işler de vardır ki niyet onları küçültür.”[14] Böylece ihlâsın ve doğru niyetin önemi ortaya çıkmaktadır. Ömer radîyallâhu anh şöyle demiştir: “Amellerin en üstünü, Allâh’ın farzlarını edâ etmek, haramından sakınmak ve Allâh katında niyetin doğruluğudur.”[15]

Ameller, âzâların yaptığı tüm sözlü ve fiili eylemlerdir. Namaz kılmak ve kurban kesmek, hüküm istemek ve cihâd etmek gibi zâhiri, duâ etmek ve adak adamak, tevekkül ve ihlâs gibi bâtınî olabilir. Tümünde esas olan Allâh için olmasıdır. Yani ihlâslı bir şekilde yapılmasıdır. İhlâs, tüm kullara farz olan bir emirdir ve bu emri yerine getirmeyenlerden hiçbir amel kabul edilmeyecektir.

“Herkese ancak niyet ettiği şey vardır.”

Yaşlı olsun genç olsun, âlim olsun avam olsun herkese niyet ettiği şey vardır. Yaptığı amellerle Allâh’ın rızâsını kastedenler, onu niyetleri ve Sünnet’e uygunlukları oranında elde ederler. Allâh’tan başkasını kastedenlerse, onu ya elde ederler ya da elde edemezler. Âhirette ise hüsrana uğrayanlardan olurlar. Allâh’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun kazancını çoğaltırız. Dünya kazancını isteyene de dünyâlık veririz; ama onun âhirette bir nasibi olmaz” [Şûrâ: 42/20]

Amellerin geçerli ya da geçersiz oluşu, o amelin varoluşunu gerektiren, onu işlemeye iten niyete göredir. O ameli işleyenin sevâbı, cezâsı ve esenliğe kavuşması da kendisi sebebiyle amelin sahîh, fâsid veya mübâh olduğu niyetine göredir. İşte bu sebeble kişinin amelinden eline geçecek olan şey, niyetinden ibârettir. İbn Receb rahîmehullâh şöyle demiştir: “Hadîsteki: ‘Herkese ancak niyet ettiği şey vardır’ ifadesi, amelin şerî yönden hükmünü bildirir. O da, amel eden kişinin ameli karşılığında payına düşen niyetinin karşılığıdır. Niyeti sâlih ise ameli sâlih (geçerli), niyeti fasid (geçersiz) ise ameli de fasiddir ve sorumluluğu da kendisine âittir.”[16]

“Öyleyse kimin hicreti, Allâh’a ve Rasûl’üne ise, onun hicreti Allâh’a ve Rasûl’ünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyâlık veya evleneceği bir kadın için ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.”

Herkim yapmış olduğu ameli ne için ve hangi kazanım gayesiyle yapıyorsa, elde edeceği şey ondan başkası değildir. Herkim Allâh için cihâd ediyorsa ve Allâh için ilim öğreniyorsa O’nun rızâsını kazanır. Herkim de Allâh’tan başkası için amel ediyorsa, Allâh’tan bekleyeceği bir şey yoktur. Diğer ibâdetler ve hicret de böyledir. Kimin hicreti, Allâh’a ve Rasûl’üne ise, onun hicreti Allâh’a ve Rasûl’ünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyâlık veya evleneceği bir kadın için ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.

Hicret, küfür ülkesinden yani içinde Allâh’ın hükümleriyle hükmedilmeyen bir beldeden, Allâh’ın hükümlerine göre hükmedilen İslâm beldesine göç etmektir. Dînini açıktan yaşayamayanların hicret etmeleri farzdır. Bu kıyâmete kadar muhkem bir hükümdür.

Hadîsten Çıkan Hüküm ve Fâideler 

1. Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın değer verdiği ve buna göre mükâfatlandırdığı şey, kişinin niyeti ve ihlâsıdır. Kişinin niyeti ve kastı tüm amellerde sadece Allâh olmalıdır. Allâh için olmayan ameller kabul edilmez ve sevâb kazandırmaz. Allâh’u Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:

“O kurbanların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvânız ulaşır.” [Hac: 22/37]

Ebû Hureyre radîyallâhu anh’dan rivâyet edildiğine göre, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle demiştir:

“Allâh Tebâreke ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Ben ortakların şirkten en müstağni olanıyım. Her kim bir amel işleyip de ona benden başkasını ortak ederse, bende onu şirki ile başbaşa bırakırım.” [Müslim (2985); İbn Mâce (4202)]

2. Ameller yani mükellefin niyet, söz ve fiil cinsinden yaptığı tüm eylemler, ancak niyetlere göredir. Amellerin sahîh olması niyetlerin sâlih olmasıyla mümkündür. Niyetsiz yapılan amellere ve ihlâssız olan niyetlere sevâb yoktur. Niyet ve ihlâs, tüm ameller için farzdır. Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:

“Hâlbuki onlara, dîni ancak Allâh’a has kılarak ve hanîfler olarak Allâh’a ibâdet etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte dosdoğru dîn budur.” [Beyyine: 98/5]

Niyetin amelin başında bulunması rükün, hükmen amelle birlikte bulunması yani amelin niyete aykırı olmaksızın meydana gelmesi ise şarttır. İbn Hacer rahîmehullâh bunun tercih edilen görüş olduğunu ifâde ederek şöyle demiştir: “Niyetin rükün mü şart mı olduğunda fâkîhler arasında görüş farklılığı vardır. Tercih edilen görüşe göre, niyetin amelin başında zikredilmesi rükün, hükmen amelle birlikte bulunması, yani amelin niyete aykırı olmaksızın meydana gelmesiyse şarttır.”[17]

3. Niyet, kalbin amelidir. Bu sebeble dilin bunda bir yükümlülüğü yoktur. İbâdetlere dil ile niyet etmeye dâir ne Kur’ân’da ne de Sünnet’te bir delîl yoktur. İbn Teymiyye rahîmehullâh şöyle demiştir: “Abdest, gusül, teyemmüm, namaz, oruç, zekât, keffâretler ile diğer ibâdetler için niyeti dille söylemeye gerek yoktur. İslâm âlimleri bu konuda ittifak etmişlerdir. Aksine âlimlerin ittifakıyla niyetin yeri kalbtir. Bir insân, kalbindeki niyetin aksine, hatâ edip diliyle yanlış niyet etse, kalbinden niyet ettiğine itibar edilir, diliyle söylediğine itibar edilmez. İslâm âlimlerinden hiç kimse bunun aksine bir şey zikretmemiştir…Yine ‘Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem, ümmetinden hiç kimseye diliyle niyet etmesini emretmemiş, Müslümanlardan hiç kimseye de bunu öğretmemiştir. Şayet dille niyet etmek meşrû olsaydı, İslâm ümmeti her gün bununla mübtelâ olduğu halde, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem ve sahâbîleri bunu ihmal etmez, onu bu ümmete öğretirlerdi’ demişlerdir. En doğru olan görüş budur. Hatta dille niyet etmek, akıl ve dîn yönünden kusur ve noksanlıktır. Dîn yönünden kusur ve noksan olması, bu davranışın bid’ât olmasıyladır. Akıl yönünden kusur ve noksan olmasına gelince; bu davranış, bir şey yemek isteyen kimsenin: ‘Bir lokma almak için elimi bu yemek kabına koymaya, ardından o lokmayı ağzıma koyup çiğnemeye, sonra da karnımı doyurmak için onu yutmaya niyet ediyorum’ demesi gibidir. Böyle yapmaksa, ahmaklık ve cehâlettir. Çünkü niyet, amele tâbidir. Dolayısıyla kul, ne iş yapacağını bildiği zaman, mecburen ona niyet etmiş olur. Yapacağı şeyi bilmesine rağmen niyetin hâsıl olmayacağı düşünülemez. Nitekim İslâm âlimleri, dille niyet etmenin ve niyeti tekrarlamanın meşrû olmadığında ittifak etmişlerdir. Hatta: ‘Kim bunu alışkanlık hâline getirirse, bid’âtlarla Allâh’a ibâdet etmesine ve sesini yükselterek insânlara eziyet etmesine engel olmak için bu kimsenin terbiye edilmesi gerekir’ demişlerdir.”[18]

4. Hayırlı bir amel yapmaya niyet ettiği halde daha sonra onu yapmaktan vazgeçen bir kimseye tâm bir iyilik sevâbı kazanır. Bu sevâb, Allâh’ın ikrâmıyla niyetnin karşılığıdır. Eğer ki onu yerine getirirse on iyilik sevâbından yedi yüze ve daha fazlasına kadar çıkabilir. İbn Abbâs radîyallâhu anhumâ’dan rivâyet edildiğine göre, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem, Allâh Subhânehu ve Teâlâ’dan rivâyet ettiği bir hadîste şöyle buyurmuştur:

“Allâh, iyilik ve kötülükleri takdir edip yazdı. Sonra bunları şöyle açıkladı: “Bir kimse iyilik yapmaya niyetlenir de onu yapamazsa, Allâh kendi nezdinde o kimse için tâm bir iyilik sevâbı yazar. Eğer hem niyetlenir hem de o iyiliği yaparsa, on iyilik sevâbı yazar ve bu sevâbı yedi yüze veya daha fazlasına kadar çıkarır. Eğer kötülük yapmaya niyet eder de, sonra onu yapmaktan vazgeçerse, Allâh onun için tâm bir iyilik sevâbı yazar. Eğer kötü bir işe hem niyetlenir, hem de onu yaparsa, Allâh o kimse için sadece bir tek günah yazar.” [Buhârî (6491); Müslim (131)]

Saîd b. el-Müseyyeb rahîmehullâh şöyle demiştir: “Her kim, namaz kılmayı, oruç tutmayı umre veya hac yapmayı veya herhangi bir hayırlı işe girişmeyi niyet eder de yapamazsa bu niyeti dolayısıyla bunların sevâbına nâil olur.”[19]

5. İyi niyet, mübâh olan amelleri ibâdete dönüştürür ve bunlar için ecir kazandırır. Bir kimse, Allâh’a itaat yolunda güç kazanmayı niyet ederek yemek yer veya içerse bu niyeti dolayısıyla sevâb kazanır. Aynı şekilde geçimini kazanmak isteyen bir kimse bununla kendisini dilencilikten korumayı, kendisine ve çoluk çocuğuna ihtiyaçları için harcamayı niyet ederek çalışırsa, bundan dolayı yine ecir kazanır. Diğer ameller de böyledir. Yahyâ b. Ebî Kesîr rahîmehullâh şöyle demiştir: “Niyet etmeyi öğrenin, çünkü niyet amelden daha önemlidir.”[20]

Kişi, mübâh olan şeylere sâlih niyet ile yaklaşıp bu hal üzere onları işlediğinde Allâh’ın izniyle ecrini alır. Çünkü ibâdetler ancak mübâh olan sâlih amellerin işlenmesiyle elde edilirler yahut kolaylaşırlar. Öyleyse ibâdetlerin destekleyicisi ve hazırlayıcısı olan amellere karşılık olarak ecir alınması söz konusudur. Suyutî rahîmehullâh şöyle demiştir: “Kulun mubah şeylerde ve âdet edinilen hallerde iyi niyeti sayesinde ecir elde edeceğine dâir getirilen delîllerden en güzeli de Rasûlullâh’ın şu buyruğudur: ‘Herkese ancak niyet ettiği şey vardır.’ İşte bir işi yapan bir kimse eğer onunla Allâh’a yakınlaşma maksadını güdecek olursa, bundan dolayı sevâb kazanır. Şayet böyle bir maksat gütmeyecek olursa sevâb alması söz konusu değildir.”[21]

6. İyi niyet, kötü olan amelleri meşru kılmaz. Yani dînen yasaklanmış olan ameli, iyi bir şey kastederek yapmak meşru değildir. Misâl olarak bir kişi, fakir fukaraya dağıtmak maksadıyla hırsızlık yapsa, bu niyeti, fiili meşru kılmadığı gibi fâili de mazur kılmaz. Bu niyet ile hırsızlık yapmak helâl olmaz. Kastı bu olduğu halde hırsızlık yapan kişi de işlediği bu fiilden dolayı mazur sayılmaz. Kısacası iyi niyet ne haramı ne de küfrü meşru kılmaz. İyi niyet ile haram yahut küfür olan bir şey aslî hükmünden dışarı çıkmaz. Fâili yaptığı şeyden sorumlu olur.

7. Hicret, lügatte; “kişi veya kişilerin bulundukları yerden göç yoluyla ayrılmaları” demektir. Istılâhta ise: “Küfür diyarından İslâm diyarına göç etmektir.”

Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ve Mekkeli Müslümanlar, milâdî 622 yılında, peygamberliğin on üçüncü yılında Mekke’den Medine’ye göç etmişlerdir. Ancak hicret, onların hicretiyle bitmiş değildir. Hicret, kıyâmete kadar bâkidir. Küfür beldelerinde ikâmet edip de İslâm’ı açıktan yaşayamayan Müslümanların dînlerini açıktan yaşayabilecekleri İslâm beldelerine hicret etmeleri farzdır. Hicret edecek bir İslâm beldesi olmadığında Müslümanların dînlerini açıktan yaşayacakları başka beldelere hicret etmeleri gereklidir. Sahâbilerin Habeşistan’a hicret etmeleri bu türdendir. Küfür beldelerinde ikâmet eden fakat dînlerini açıktan yaşayabilen Müslümanlar için İslâm beldelerine hicret etmeleriyse müstehabtır. Bazı ilim ehli ise kendilerini ve ailelerini korudukları halde, dâvet ve tebliğ imkânı bulan Müslümanların bu beldeleri terk etmelerini doğru bulmamıştır. Onların buraları terk etmeleriyle o beldelerin tamâmen kâfirlere teslim edilmiş olacağını ve buralarda İslâm’ın yayılmasının önüne geçilmiş olacağını söylemişlerdir. Doğruyu bilen Allâh Subhânehu ve Teâlâ’dır.

8. Hicret; mekândan, fiilden ve fâilden olmak üzere üç kısımdır.

Mekândan hicret: Müslümanın haramların ve küfrün yaygın olduğu beldelerden bunların bulunmadığı bir beldeye taşınmasıdır. Bunun en büyüğü, küfür beldelerinden İslâm diyarına yapılan göçtür.

Fiilden hicret: Müslümanın haramları ve Allâh’a isyan olacak şeyleri terk etmesidir. Bu, Allâh için olmayan şeylerin tümünü terk etmeyi içerir. Haramların tümünü terk etmek, Müslümanlar üzerine farzdır. Allâh’ın kulları üzerindeki hakkıdır. Bu, ister Allâh hakkıyla alakalı bir şey olsun, isterse kulların hakkıyla alakalı bir şey olsun böyledir. Muhâcir, Allâh’u Teâlâ’nın yasakladığı şeyleri terk eden kimsedir. Abdullâh b. Amr b. Âs’ radîyallâhu anh’dan rivâyet edildiğine göre, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların güvende olduğu kimsedir. Muhâcir ise Allâh’ın yasakladığı şeyleri terk edendir.” [Buhârî (10); Müslim (41)]

Bu itibarla küfürden îmâna, isyândan takvâya, hevâdan ittibâya, haramdan itaate Allâh için geçen bir kimse muhâcirdir.

Fâilden hicret: Müslümanın müşrikleri ve ehl-i kıble bile olsa bid’ât ehlini terk etmesidir. Müslümanlarla müşrikler arasında hiçbir velâyet bağı yoktur. Onlar; dost ve arkadaş, sırdaş ve yoldaş edinilemez. Onları terk etmek, bu dînin asıllarındandır. Sahîh akîdeden uzak olan bid’ât ehlini terk etmek de, selef-i sâlihinin üzerinde ittifak ettiği esaslardandır. Onların sözleri dinlenmez, onlara kız verilmez ve onlarla arkadaşlık edilmez. Onlarla ancak tebliğ ve dâvet için oturulur ve bir arada bulunulur. Allâh Subhânehu Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:

“Dînlerini parça-parça edenler ve kendileri de gruplara ayrılanlar var ya, (senin) onlarla hiçbir ilişiğin yoktur.” [Enâm: 6/159]

Ebû Kılâbe rahîmehullâh şöyle demiştir: “Nefislerinin arzularına uyanlarla ne bir arada oturun ne de onlarla uğraşın. Çünkü ben onların sizi, sapıklıklarına bulaştırmalarından veya bilmiş olduğunuz şeyleri size karıştırmalarından emin değilim, (bunlardan endişe ediyorum).[22] Bid’âtin taraftarları sapıklığın taraftarlarıdır. Onların varacağı yer -başkası değil ancak- Cehennemdir.”[23]

Açıktan günah işleyen, menheci bozuklukları olan ve itaatten ayrılan kimseleri terk etmeye gelince, onları terk etmek eğer ki onlara bir fayda sağlayacaksa bu câizdir. Bunun delîli, Tebük Gazvesi’ne özürleri olmadığı halde katılmayan Kâ’b. Mâlik, Hilâl b. Ümeyye ve Murâre b. Rabî radîyallâhu anhum hakkında gelen sahîh haberdir. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem bunlarla konuşmamış, Müslümanlara da böyle yapmalarını emretmiştir. Kâ’b. Mâlik, Hilâl b. Ümeyye ve Murâre b. Rabî radîyallâhu anhum ise Allâh’a sığınmışlar ve tevbe etmişlerdir. Öyle ki, genişliğine rağmen yeryüzü kendilerine dar gelmiş ve kalpleri göğüs kafeslerine sığmamıştır. Allâh Subhânehu ve Teâlâ da onların tevbelerini kabul etmiştir.[24] Bu, ferdin faydası sebebiyle onu terk etmektir. Terk edişteki fayda, bazen Müslüman cemâatin korunması sebebiyle de olabilir. Yani Müslüman cemâate zarar veren; onlar içinde fitne ateşi yakan, kötü ahlâkı yayan, menheci bozuklukları aşılayan kimseleri terk etmek, Müslüman cemâatin korunması için câizdir, hatta bazen vâcib olur. Cemâatin maslahatı, ferdin maslahatından, cemâatin korunması, ferdin korunmasından önce ve önceliklidir. Ancak ne Müslüman cemâate ne de Müslüman bir ferde faydası yoksa, terk ediş câiz olmaz. Zîrâ bu, fâsıkları ve bozuk kimseleri kendi hallerine bırakarak yardımı terk etmek olur. Bunun kararı ve tespiti ilim ve emir sâhiblerinin görevidir.

Mürtedleri terk etmek ise fâilden hicret edileceklerin en başında yer alır. Mürted, İslâm’a girdikten sonra ondan dönen kimsedir. Böylelerinin İslâm’daki hükmü bellidir. İslâm’ın hâkim olmadığı beldelerde mürtedlere karşı takınılacak tavır; onları yok bilip, tamâmen terk etmektir.

9. İlim amelden öncedir. Çünkü yapılmak için niyet edilen amelin şart ve rükünlerini bilmeden o ameli doğru bir şekilde yapmak söz konusu değildir. Allâh Subhânehu Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:

“İyi bil ki! Allâh’tan başka ibâdete layık hiçbir ilâh yoktur.” [Muhammed: 47/19]

Buhârî rahîmehullâh, Sahîh’inde “İlim Söz ve Amel’den Öncedir” şeklinde bir bâb açmış, ilmin amelden önce geldiğini ifâde etmiştir. İbnü’l-Müneyyir rahîmehullâh ise şöyle demiştir: “Bununla Buhârî, söz ve amelin sahîh olması için ilmin şart olduğunu kasdetmiştir. Söz ve amel ancak ilimle muteber olur. Bu yüzden ilim ikisinden de önce gelir. Çünkü ilim, ameli sahîh hale getiren niyeti düzeltmektedir.”[25]

Minhâc Dergisi 1. Sayı | Nisan 2022 | Muhammed Yahya

Dipnotlar

[1] Râgıb, Müfredat: 292; Cevherî, es-Sıhâh: 3/1037; İbn Mazûr, Lisânu’l-Arab: 7/26.

[2] Heravî, Menâzilu’s-Sâirin: 40.

[3] İbn Kayyim, Medâricu’s-Sâlikin: 2/93.

[4] Cürcânî, Tarifât: 13.

[5] el-Mevsûatu’l-Fıkhiyye: 42/59.

[6] Hattâbî, A’lâmu’l-Hadîs: 1/112.

[7] Beğavî, Şerhu’s-Sünne: 1/402; Hattâb, Mevâhibu’l-Celîl: 1/30.

[8] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî: 1/13.

[9] Eşkâr, Mekâsıdu’l-Mukellefîn: 24.

[10] Buhârî (1); Müslim (1907); Ebû Dâvud (2201); Tirmizî (1647); Nesâî (75); İbn Mâce (4227); Ahmed (168).

[11] İbn Receb, Câmiu’l-Ulûm: 1/61; Münâvî, Feyzu’l-Kadîr: 1/30.

[12] Nâzım b. Sultân, Kavâid ve Fevâid: 24.

[13] İbn Receb, Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem: 1/64-65.

[14] İbn Receb, Câmiu’l-Ulûm: 1/71.

[15] Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Din: 4/364.

[16] İbn Receb, Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem: 1/64.

[17] İbn Hacer, Fethul-Bârî: 1/13.

[18] İbn Teymiyye, el-Fetâvâ el-Kubrâ: 1/214-215.

[19] Ebû Nuaym, Hilyetul-Evliyâ: 8/52.

[20] Ebû Nuaym, Hilyetul-Evliyâ: 3/70.

[21] Suyutî, Şerhu’l-Nesâî: 1/19.

[22] Dârimi, Sünen: 1/387.

[23] Dârimi, Sünen: 1/231.

[24] Buhârî (4418); Müslim (2769).

[25] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî: 1/160.

Bir Cevap Yaz