Söz Başı
Maksatların en yücesi, ilimlerin en faydalısı, en şereflisi ve en üstünü, Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın isimlerini ve yüce sıfatlarını bilmektir. Bir ilmin değeri, onun konusu ile ilgili olan bilgiye bağlıdır. Allâh’u Teâlâ, kayıtsız ve şartsız olarak bilmeye konu olan şeylerin en değerlisi ve en şereflisidir. Dolayısıyla O’nun isimlerini ve sıfatlarını bilmek de kayıtsız ve şartsız olarak ilimlerin en değerlisi ve en şereflisidir. Bu konu hakkında İbn Kayyim -rahîmehullâh- şöyle demiştir:
“İlmin şerefi, konusu olan şeyin şerefine tâbidir. Şüphe yok ki ilmin en üstün, en muazzam, en büyük konusu, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan âlemlerin Rabbi, göklerin ve yerin Kayyûm’u, Melik, Hak, Mubîn, bütün mükemmel sıfatların sâhibi, tüm eksik ve kusurlardan mükemmelliğiyle temsilden ve teşbihten münezzeh olan Allâh’tır. Hiç şüphe yok ki Allâh’u Teâlâ ile O’nun isimleri, sıfatları ve fiilleri ile ilgili olan ilim, ilimlerin en yücesi ve en üstünüdür. Bu ilmin diğer ilimler karşısındaki konumu, bu ilmin konusunun diğer ilimlerin konusu olan şeylerin karşısındaki konumuyla aynıdır. Allâh ile ilgili olan ilim, ilimlerin en yücesi ve en şereflisidir. Zîrâ bu ilim bütün ilimlerin aslıdır. Bunun câhili olmak, kulun kendi nefsinin de, nefsinin maslahat ve mükemmelliklerinin de, kendisini arındıracak ve felâha kavuşturacak şeylerin de câhili olması demektir. Dolayısıyla Allâh’ı bilmek kulun saadetinden bilmemekte bedbahtlığının temelinde yatan şeydir.”[1]
Bu büyük imâmın da söylediği üzere bu ilim, ilimlerin en değerlisidir. Kulun bu ilmi bilmesi saadetinden, câhil kalması ise bedbahtlığındandır. Zîrâ bizler, bilmeye konu olan şeylerin en şereflisi, gayelerin en muazzamı olan Rabbimizi, bu isim ve sıfatlar sayesinde tanırız. Bu isimler ve sıfatlar, insânları ve cinleri, gökleri ve yeri ve de ikisi arasındakileri yaratan, yaşatan ve yöneten âlemlerin Rabbini birleyerek sadece O’na kulluk etmemizi, hak ilâh olarak sadece O’nu birlememizi, O’nu yüceltmemizi, itaat ve teslimiyetle, sevgi ve tazimle bir tek O’na bağlanmamızı öğretmekte ve bunları gerektirmektedir. Misâl olarak kul, Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın el-Vâhid ismiyle O’nun zâtında, fiil ve sıfatlarında bir ve tek olduğunu, el-Kuddus ismiyle O’nun bütün kusur ve noksanlıklardan münezzeh olduğunu bilir ve bunun gereğince amel eder. el-Hakîm ismiyle de O’nun bütün emirlerine teslimiyet gösterir. Çünkü O’nun bütün emirleri hikmete uygundur. Katışıksız bir adâlet, sarsılmaz ve şaşmaz bir denge üzeredir.
Bizler, bu ilim sayesinde Rabbimizi en doğru bir şekilde tanır, O’nu tevhîd edip birler, O’nunla yakınlık kurar, O’nun hakkında güzel zan besler, O’ndan korkar, O’nu sever ve O’na tazim eder, O’na, sanki O’nu görüyormuş gibi kulluk ederiz. Zîrâ kişi, Rabbini tanıdığı oranda îmân, amel ve güzel ahlak sâhibi olur. Rabbi hakkında bilgisi arttıkça îmânı, teslimiyeti, tevekkülü, ihlâsı, sevgisi, haşyeti, tezellülü ve ibâdet arzusu da artar. İzzeddîn b. Abdusselâm -rahîmehullâh- şöyle demiştir:
“Allâh’u Teâlâ’nın isimlerinin anlamlarını bilmek, Allâh’a onların sağlayacağı faydalı sonuçlarla kulluk etmeye vesile olur. Mesela korku, ümit, heybet, sevgi, tevekkül ve ilâhî sıfatların sağladığı diğer faydalı sonuçlar gibi..[2]
Allâh’ı cemal vasıflarıyla anmak onu sevmeyi, kemâl vasıflarıyla anmak O’ndan çekinmeyi, tüm fiillerin O’nun elinde olduğunu bilerek anmak O’na tevekkül etmeyi, rahmetinin genişliği ile anmak O’na ümit beslemeyi, şiddetli cezâsıyla anmak O’ndan korkmayı, nimetleri verenin sadece O olduğunu bilerek anmak O’na şükretmeyi gerektirir. Bu sebebledir ki Allâh’u Teâlâ: ‘Allâh’ı çokça anın’ [Ahzâb: 33/41] buyurmuştur.”[3]
Bizler, bu ilim sayesinde Rabbimizin râzı olacağı şeylere yönelirken, râzı olmayacağı inanç ve düşüncelerden, söz ve eylemlerden kurtuluruz. Alınması uygun olan isimleri hal olarak edinmeye çalışmak Rabbimizin rızâsını kazanmaya götürür. Rabbimiz, er-Rahîm’dir. Kullarının da kendileri arasında merhametli olmalarından râzı olur. Rabbimiz, el-Kerîm’dir. Kullarının da cömert olmalarından hoşlanır ve cömert olunmasını ister. Rabbimiz el-Alîm’dir, ilmi ve ilim sâhiblerini sever. eş-Şekûr’dur, şükrü ve şükredenleri sever. el-Afuvv’dur, affı ve affedenleri sever. el-Berr’dir iyiliği ve iyilik sâbihlerini sever. Ancak bazı isimler vardır ki onların mânâları sadece O’na âittir. Hal olarak edinmeye çalışmak câiz değildir. Rabbimiz, el-Cebbâr ve el-Mütekebbir’dir. Yücelik ve kibriya, güç ve otorite, kahretme ve zor kılma O’na âittir. Kullarının büyüklenmelerinden ve zor kullanmalarından râzı olmaz. Bu ve benzeri isimlere yönelik olarak kulun yapacağı şey, onları Allâh’a has kılarak tasdîk etmek ve boyun eğmektir.
Bizler, bu ilim sayesinde Rabbimizi tevhîd eder ve kulluğun tadına varırız. Zîrâ Allâh’u Teâlâ’nın tüm isimleri, O’nun tevdîdini öğretir. O’nun rubûbiyyetine, ulûhiyyetine, isim ve sıfatlarına bağlanmayı, tasdik ile birlikte itaati, ibâdetle birlikte ihlâsı öğretir. Kulun, Allâh’ın isimlerine ilişkin bilgisi ne kadar artarsa, îmânı da o derece artar ve yakîni kuvvetlenir. Ruhu ferahlar, gönlü aydınlanır, kalbi genişler ve mutmain olur, huzur ve muhabbetle dolar. Kalbi dağınıklıktan kurtulur, canlanır ve gayretle dolar, tüm arzu ve hedefinde Rabbi ve O’nun râzısını elde etmek olur. İbn Kayyim -rahîmehullâh- şöyle demiştir:
“İnsânın canlılığı kalbinin ve ruhunun canlılığına bağlıdır. Bir kalbin canlılığı yaratıcısını tanımadan, O’na muhabbet duymadan, kulluğu yalnızca O’na yapmadan, O’na tevbe etmeden, O’nu zikretmekle huzura kavuşmadan, O’na yakın olarak ünsiyete erişmeden sağlanamaz. Bu canlılığı yitiren kimse, dünyâdaki alternatiflerle yerine doldursa bile hayrın tamâmını kaybeder.[4]
Allâh’ı ve peygamberini tanımayan kişi ise başkan iyi tanıyabilir ki? Böyle bir hakikati ıskalayan kimse başka hangi hakikati idrak edebilir ki? Allâh’ı bilmekten, O’nun rızâsına göre amel işlemekten, O’na ulaşacak yolu tanımaktan ve O’na vasıl olduktan sonra elde edeceği şeyleri bilmekten mahrum olan kişi başka hangi ilmi, hangi ameli elde edebilir ki?”[5]
İşte bu ve buraya sığmayacak yönleri itibariyle isim ve sıfat ilmi, en değerli ve en önemli ilimlerin başında gelmektedir. Onu öğrenmek ve öğretmek, neşretmek ve yaymak şereftir. Bu uğurda zihin teri dökmek ve maddiyat harcamak ilmi cihâddır. Biz de bu mübârek ilme, Allâh’u Teâlâ’nın izin verdiği oranda Ehl-i Sünnet menhecinden ayrılmadan Kur’ân ve Sünnet naslarını esas alarak nâcizâne olarak katkı sağlamak istiyoruz. Rabbimiz bizlerden kabul buyursun. Azlarımızı çok ve hatalarımızı da yok kılsın. Allâhumme âmin..
“Ehl-i Sünnet’e Göre, Esmâu’l-Hünâ” isimli bu çalışmamızda izleyeceğimiz usul -Allâh’ın izniyle- şu şekilde olacaktır: Tefsîr edeceğimizi isme dâir öncelikle “söz başı” diyerek onun hakkında genel bir bilgi vereceğiz. Ardından luğat mânâsını açıklayacağız. Daha sonra icmâli anlam ve tefsîrine gireceğiz. Ondan sonra “hüküm ve hikmetler” başlığı altında o isme dâir hüküm ve hikmetleri maddeler halinde bazen kısa, bazen de gereğine binâen uzun olarak açıklayacağız. Son olarak da “söz sonu” diyerek sözlerimizi özetleyip kısa bir değerlendirme yapacağız. Yardım ve başarı, izzet ve şeref Allâh’tandır.
Esmâu’l-Hüsnâ’nın Mânâsı:
Esmâu’l-Hüsnâ, Arapça “الأسماء el-Esmâ” ve “الحسنى el-Husnâ” kelimelerinden oluşan (الأسماء الحسنى) bir tamlamadır. el-Esmâ, “isim” kelimesinin çoğuludur ve “isimler” anlamındadır. el-Husnâ kelimesi ise “en güzel” anlamında ism-i tafdîldir. Dolayısıyla bu tamlama “En Güzel İsimler” anlamına gelir. İbnu’l-Vezîr el-Yemânî -rahîmehullâh- şöyle demiştir:
“Şunu bil ki ‘hüsnâ’ kelimesi sözlükte ‘hasen’ kelimesinin değil, ‘ahsen’ kelimesinin çoğuludur. ‘Hasen’ kelimesinin çoğulu ‘hisân’ ve ‘hasene’ şeklindedir. Allâh’ın sayılamayacak kadar çok isimlerinin tamâmı güzeldir, yani isimlerin en güzelidir. Şu âyet de bunun bir benzeridir: ‘Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O’nundur.’ [Rum: 30/27]
Yani zâtında, isimlerinde ve sıfatlarında en muazzam ve mükemmel olan.. Bu yüzden Allâh’ın isimlerinin sadece güzel olması değil, en güzel isimler olması gerekir. Güzel ile en güzel arasında akıl, şerîat, dil ve örf açısından ne kadar büyük farklılıklar bulunmaktadır.”[6]
İfâde edildiği üzere esmâu’l-hüsnâ, “en güzel isimler” demektir ve Rabbimize aittir. Lafzen ve mânen tüm güzellikleri, yüce ve erişilmez anlamları kuşatan bu isimler, Rabbimiz Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın kendi mukaddes zâtı için seçip râzı olduğu isimlerdir. Onlarla biz kullarına kendi zâtını ve sıfatlarını tanıtmış ve onlarla kendisine ibâdet edilmesini istemiştir.
En Güzel İsimler Allâh’ındır:
Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın kendisi için seçip râzı olduğu isimler, isimlerin en güzelidir. Allâh’ın yalnızca güzel isimlere sâhib olduğunu ve en güzel isimlerin Allâh’a âit olduğunu ifâde eder. Allâh’ın isimlerinin zâhiren ve bâtınen mükemmel ve eksiksiz bir yüceliğe sâhib olduğunu bildirir. O, şöyle buyurmaktadır:
“En güzel isimler Allâh’ındır. O halde O’na o güzel isimleriyle duâ edin. O’nun isimleri hakkında ilhâda sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezâsına çarptırılacaklardır.” [Arâf: 7/180]
“De ki: (Rabbinizi) ister Allâh diye çağırın ister Rahmân diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın, nihâyet en güzel isimler O’nundur.” [İsrâ: 17/110]
“Allâh, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayandır. En güzel isimler O’nundur.” [Tâhâ: 20/8]
“Allâh, Hâlık’dır; Bârî’dir; Musavvir’dir. En güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sâhibidir. O, Azîz’dir, Hakîm’dir.” [Haşr: 59/24]
Âyetlerde beyân edildiği üzere en güzel isimler Allâh’ındır. Bu isimlerin her biri lafızlarıyla ve mânâlarıyla O’nun kemâlatını, her türlü övgünün O’na âit olduğunu ve O’nun eksikliklerden münezzeh olduğunu ifâde eder. İbn Kayyim -rahîmehullâh- şöyle demiştir:
“Allâh’u Teâlâ, isimlerinin tamâmını ‘en güzel’ olarak vasfetmiştir. Bu isimler sadece lafızları itibariyle değil, kemâl vasıflarına delâlet ettiklerinden dolayı en güzel nitelemesine sâhibtir.[7] Allâh’u Teâlâ’nın isimlerinin tamâmı medh, hamd, senâ ve yüceltme isimleridir. Bundan dolayı bu isimler güzeldir.”[8]
Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın isimlerinden her biri, taşıdıkları mânânın tümüne delâlet etmekte ve anlamın hepsini kuşatmaktadır. Misâl olarak el-Alîm ismi, Allâh’u Teâlâ’nın her şeyi kuşatan ve kapsayan bir ilme sâhib olduğu, gökte ve yerde zerre kadar bir şeyin dahi onun ilminin dışında kalmadığı anlamına gelmektedir. er-Rahmân ismi, her şeyi kuşatacak genişlikte muazzam bir rahmete sâhib olduğu anlamına gelmektedir. el-Kadîr ismi, hiçbir şeyin âciz bırakamayacağı nitelikte sonsuz kudrete sâhib olduğu mânâsına gelmektedir. Diğer isimler de bu şekilde geniş ve kuşatıcı anlamlara sâhibtir. Geniş ve kuşatıcı anlamı bulunmayan isimler, Allâh için isim olmaya lâyık değildir.
Allâh’ın İsimleri Konusunda İlhâda Sapmak:
Allâh Subhânehu ve Teâlâ, en güzel isimlerin kendisine âit olduğunu beyân etmekle birlikte, isimleri konusunda ilhâda sapanları cezâlandıracağını şu âyetiyle haber vermektedir:
“En güzel isimler Allâh’ındır. O halde O’na o güzel isimleriyle duâ edin. O’nun isimleri hakkında ilhâda sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezâsına çarptırılacaklardır.” [Arâf: 7/180]
İlhâd; “doğruluktan sapmak ve ondan ayrılmak” demektir. İbn Kayyim -rahîmehullâh- şöyle demiştir:
“Allâh’ın isimleri konusundaki ilhâd, bu isimleri, hakikatlerini ve anlamlarını, sâbit olan haktan başka tarafa saptırmaktır. Haktan bâtıla sapan, meyleden anlamındaki ‘mülhid’ kelimesi de aynı kökten gelmektedir. Mülhid, haktan sapan, hakkın içine yabancı unsûrlar katan kişidir.”[9]
Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ın isimlerinde gerçekleşen ilhâdı iki başlık altında toplamak mümkündür.
Birincisi: Allâh’u Teâlâ’nın isimlerinde değişiklik yapmak sûretiyle ilhâddır. Bu, Allâh’u Teâlâ’nın mukaddes ve tertemiz isimlerini ya direk olarak ya da değişiklik yaparak Allâh’tan başka varlıklara vermek şeklinde ortaya çıkar. Kâfirlerin, tapındıkları şeylere “ilah” demeleri, bunun en açık ve yaygın misâlidir. Mekke müşriklerinin putlarını Lât, Uzza ve Menât diye adlandırmaları da böyledir. Lât, İlâh’tan; Uzza, Azîz’den ve Menât da, Mennân kelimelerinden türetilmiştir. Yine yalancı peygamber Müseylimetu’l-Kezzâb’ın kendisine “Rahmân” lakabını vermesi de bu türdendir.
İkincisi: Allah’ı, kendisiyle isimlendirilmesi câiz olmayan isimlerle isimlendirmek sûretiyle ilhâddır. Hristiyanların “baba”, felsefecilerin “zâtıyla vâcib” ya da “tabiatıyla fâil” demeleri böyledir. Lânetli Yahudilerin Allâh’ı cimri olarak nitelemeleri de böyledir. Yine Kur’ân ve Sünnet’te yer almadığı halde Rabbimize “tanrı” ve “hudâye” isimlerinin verilmesi bu türdendir. Buna kişinin mânâsını bilmediği birtakım isimlerle Rabbimize seslenmesi de dâhildir.
Allâh’ın İsimlerinin Tamâmı Tevkîfidir:
Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın isimleri tevkîfidir. Tevkîfi olması, esmâullâhın, Kitâb ve Sünnette yer alan husûslara bağlı olması, bunlar üzerine herhangi bir eksiltme ya da ilâve yapılmadan olduğu gibi bırakılması, lafız ve mânâ bakımından şerîat naslarında var olanlarla yetinilmesi demektir. İnsân aklının bunda hiçbir payı yoktur. Bu konu hakkında kıyâs ve önermeler bâtıl olup, nasların dışına çıkmak hiçbir kimse için câiz değildir. Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Rabbim ancak, açık ve gizli çirkin işleri, günahı, haksız saldırıyı, hakkında hiçbir delîl indirmediği herhangi bir şeyi Allâh’a şirk koşmanızı ve Allâh’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.” [Araf: 7/33]
Allâh Subhânehu ve Teâlâ’yı kendi mukaddes zâtına verdiği isimlerden başka isimlerle isimlendirenler, bu isimlerden herhangi birini inkâr edenler ya da bu isimlerin delâlet ettiği sıfatları geldikleri gibi kabul etmeyenler Allâh’a karşı büyük bir suç işlemiş ve kendilerini şiddetli bir cezâya maruz bırakmış olurlar. Konuya dâir olarak Kurtubî -rahîmehullâh- şöyle demiştir:
“Allâh Teâlâ’nın isimlerinde kıyâsa yer yoktur.. İbn Furek -rahîmehullâh- şöyle demiştir: Bilmiş ol ki bize göre Allâh’ın isimleri ve sıfatları tevkîfidir ve nastan alınmıştır. Hakkında nas vârid olmayana gitmek câiz değildir. Ebü’l-Hasen el-Kabisi -rahîmehullâh- şöyle demiştir: Allâh’ın isimleri ve sıfatları yalnız tevkîf (nas) ile bilinir. Nas ise Allâh’ın Kitâbı, Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in Sünneti ve ümmetinin ittifakıdır. Bu konuda kıyâsa yer yoktur. Ümmetin icmâ ettiği husus ise onların Allâh Rasûlünden gelen bir beyân işitmiş olmaları husûsuna dayanır.
Ebû Câfer en-Nehhâs -rahîmehullâh- ‘İlmu Esmaillâh’ adlı kitabında şöyle demiştir: Bu konuda kula düşen teslimiyet göstermektir. Ne mukarreb bir melek, ne de mürsel olan bir nebî bu sıfatları, Rab Teâlâ’nın onlara bildirmiş olduğu isimlerden başkası ile bilemez. Yüce yaratıcının sıfatlarının sınırı akıllarla, kıyâslarla bilinemez, tespit edilemez. Dolayısıyla Müslümana naslara ittiba yoluyla sıfatları bilmesi ve bunlara teslim olup yetinmesi gerekir. Âlimlerin söyledikleri budur. Gözünün iliştiği veya bir câhilden işittiği her şeyi söylemeye cüret edenin dedikleri değildir.”[10]
Allâh’ın İsimleri Sınırlandırılamaz:
Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın isimleri, muayyen belirli bir sayıyla sınırlandırılmış değildir. Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Allâh’ım! Ben senin kulunum. Erkek ve kadın kullarının çocuğuyum. Alnım senin elindedir. Hakkımda senin hükmün geçerlidir. Sen benim hakkımda adâletle hükmedersin. Kendini isimlendirdiğin, Kitâbında indirdiğin, kullarından birine öğrettiğin veya katındaki gayb ilminde kendine has kıldığın sana âit bütün isimlerinle senden istiyorum.” [Ahmed (3712); İbn Hibbân (972)]
Bu hadîs sahîhtir ve Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın hiçbir kitâbta inzâl buyurmadığı, yarattıklarından hiçbirine bildirmediği, aksine bilgisini sadece kendi nezdinde bulundurup yarattıklarından gizlediği, onlara açıklamadığı bazı isimlerinin bulunduğuna delâlet etmektedir. Allâh’u Teâlâ’nın gayb ilmi çerçevesinde kendi nezdinde sakladıklarını hiç kimsenin tespit etmesi ve bilmesi mümkün değildir. İbn Kayyim -rahîmehullâh- şöyle demiştir:
“Esmâu’l-Husnâ, sayı ve sayı sınırlamasına tabi değildir. Çünkü Allâh’u Teâlâ’nın kendi katında gayb ilminde muhafaza ettiği isim ve sıfatları vardır. Bunları ne Allâh’a yakın bir melek ne de gönderilen bir nebî bilebilir.”[11]
Kurtubî -rahîmehullâh- ise, Allâh’a âit isimlerin sınırlandırılamayacağının nedeni hakkında şöyle demiştir:
“Allâh’u Teâlâ’nın isimlerinin sonlu (sınırlı) olması câiz değildir. Çünkü övgüye mazhar sıfatları ve lütufları sonsuzdur. Nitekim kelimeleri de böyledir..”[12]
Denirse ki burada isbât ettiğiniz “Allâh’u Teâlâ’nın isimleri muayyen belirli bir sayıyla sınırlandırılamaz” kuralını, “Allâh’ın doksan dokuz ismi vardır” hadîsiyle birlikte nasıl anlamamız gerekir. Bunun cevâbı şöyledir:
Evet, Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Allâh’ın doksan dokuz ismi vardır, kim bunları ihsâ ederse Cennete girer.” [Buhârî (2736); Müslim (2677)]
Bu hadîsle ifâde edilmek istenen Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya âit isimlerin doksan dokuz rakamı ile sınırlandırılması değildir. Böyle bir anlam kastedilmiş olsaydı bu, “Allâh’ın isimleri doksan dokuz tanedir” şeklinde ifâde edilirdi. Buradaki mânâ “Allâh’ın isimlerinden doksan dokuz tanesini ihsâ eden kimse Cennete girer” demektir. Zîrâ “kim bunları ihsâ ederse Cennete girer” sözü, ilk cümlenin tamamlayıcısıdır. Ondan ayrı yeni bir cümle değildir. Bu, şu söze benzer: “Elimde yüz altın var; bunları Allâh yolunda cihâd için hazırladım.” Bunun anlamı “elimde sadece yüz altın var” demek değildir. “Elimde bu iş için hazırladığım yüz altın var” demektir. Nevevî -rahîmehullâh- hadîsle alakalı olarak şöyle demiştir:
“İlim adamlarının ittifakla kabul ettiklerine göre bu hadîste Allâh’u Teâlâ’nın bütün isimlerinin bunlardan ibâret olduğu kastedilmiş değildir. Yani hadîs, ‘Allâh’u Teâlâ’nın bu doksan dokuz isimden başka ismi yoktur’ demek değildir. Hadîsin maksadı, bu doksan dokuz ismi ihsâ edenin Cennete gireceğini haber vermekten ibârettir. Maksat bunların ezberlenmesi sûretiyle Cennete girileceğinin haber verilmesidir. Bu isimlerin bunlardan ibâret olduğunu haber vermek değildir. Bundan dolayı bir başka hadîste: ‘Sana âit olan yahut katında gayb ilminde kendine has kıldığın sana âit bütün isimlerinle senden istiyorum’ buyrulmuştur.”[13]
Allâh’ın İsimlerini İhsâ Etmek:
Ebû Hureyre’den -Allâh ondan râzı olsun- rivâyet edildiğine göre, Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Allâh’ın doksan dokuz ismi vardır, kim bunları ihsâ ederse Cennete girer.” [Buhârî (2736); Müslim (2677)]
Hadîste geçen “ihsâ” lafzı, lügat olarak anlamı geniş bir kelimedir. “Bir şeyi tane-tane saymak, güç yetirmek, elde etmek, men etmek, alıkoymak ve ezberlemek” gibi anlamlarda kullanılır. İbn Battâl -rahîmehullâh- ihsânın mânâsı hakkında şöyle demiştir:
“İhsâ, hem sözle hem de amelle gerçekleşir. Sözlü ihsâ esmâu’l-husnânın bir araya toparlanıp ezberlenmesi, bu isimlerle duâ edilmesi şeklinde olur. Mü’min, bu isimleri sayma ve ezberleme konusunda diğer mü’minlerle ortak bir noktaya sâhib olsa da bu isimlere îmân ve gereğince amel etme bakımından onlardan ayrılır.
Amel ile ihsâ şöyle olur: Allâh’ın el-Ehâd ve el-Kadir gibi kendisine özel birtakım isimleri vardır. Bu tür isimlere inanmak ve gereklerine boyun eğmek gerekir. Yine Allâh’ın el-Kerîm, el-Afuvv gibi mânâ yönünden örnek alınması gereken birtakım isimleri vardır. Kulun gereklerince amel edebilmek için bu isimlerin ifâde ettiği mânâlarla ahlâkını süslemesi müstehâb olur. İşte bu şekilde yaptığında, ameli ihsâ gerçekleşmiş olur.”[14]
İbn Kayyim -rahîmehullâh-, Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın ihsâ eden kişinin Cennete gireceği isimlerini saymanın mertebelerini açıklayarak şöyle demiştir:
“Birinci mertebe: Lafızlarını ve kaç tane olduğunu saymak, ihsâ etmek. İkinci mertebe: Mânalarını ve neye delalet ettiklerini anlamak. Üçüncü mertebe: O isimlerle duâ etmek. Nitekim Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘En güzel isimler Allâh’ındır. O halde O’na o güzel isimleriyle duâ edin.’ [Arâf: 7/180] Bu da iki mertebedir: Biri övgü ve ibâdet duâsı. Diğeri talep ve dilek duâsıdır. Dolayısıyla Allâh’u Teâlâ, sadece en güzel isimleriyle ve en yüce sıfatlarıyla övülebilir. Aynı şekilde ondan ancak bu isimlerle dilekte bulunabilir.”[15]
Anlaşılacağı üzere hiçbir kimse, şu mânâları gerçekleştirmeksizin Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın isimlerini mükemmel ve eksiksiz bir şekilde ihsâ etmiş olmaz:
1- Kur’ân ya da Sünnette geçen bu isimleri saymak, ezberlemek, hafızada hazır bulundurmak, o isimlerin ifâde ettiği mânâlara sarılmak.
2- Bu isimlerin mânâlarını anlamak, neye delâlet ettiklerini bilmek.
3- Bu isimleri kâinatta, hayatta ve kalbte meyana getirdiği etkileri güç yettiğince bilmek.
4- Bu isimlerle Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya duâ etmek, kulluk yapmak. İsimlerin etkilerini kalbte, dilde ve organlar da görmek ve bu isimlerin gereğince amel etmek.
İşte bu mânâlar gerçekleştiğinde ihsâ da tâm ve mükemmel olur, Cennete götürür. Aksi halde sadece bilmek ya da saymak ve ezberlemek, bu isimlerin gereklerince amel edilmedikçe ihsâ olmaz ve Cennete götürmez. Zîrâ bu isimlerin mânâlarını bilmeyen ya da bilse bile bu mânâlara inanmayan veya bilip inanan fakat günahkar kimseler de bu isimleri sayabilirler. Bu halde, mânâları bilenle bilmeyen, onlara inananla inanmayan, onlarla amel edenle etmeyen birbirinden ayrılmaz. Oysa ki Cennet, bilinçli bir şekilde inanarak kalben, kavlen ve fiilen ibâdet edenlerin yurdudur.
Allâh’ın İsimlerinin Tespiti:
Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın isimleri ancak Kur’ân ve sahîh Sünnetten isim sigasıyla vârid olan isimlerden alınır. Esmâullâh açıklandığı üzere tevkifidir. Aklın bunda hiçbir payı yoktur. Kıyâs, bu alanda işletilemez. Kâbisî -rahîmehullâh- şöyle demiştir:
“Allâh’ın isimleri ve sıfatları tevkîfidir. Yani, Kitâb, Sünnet ve icmâ ile bilinir. Bu konuda kıyâs delîl olmaz. Kur’ân-ı Kerîm’de Allâh’ın isimleri konusunda belli bir sayı verilmemiştir. Sünnette ise doksan dokuz sayısı geçmektedir. Bazı âlimler bu doksan dokuz ismi Kur’ân-ı Kerîm’den çıkarmaya çalışmışlardır. Ancak elbette Allâh isimlerini en iyi bilendir. Zîrâ bunların bir kısmı sarih/bildirilmiş değildir.”[16]
Kurtubî -rahîmehullâh- ise şöyle demiştir:
“Allâh’u Teâlâ’nın isimlerinde kıyâsa yer yoktur.[17] Allâh Teâlâ ancak kendini isimlendirip vasfettiği veya Rasülünün onu isimlendirip vasfettiği ve yahut Müslümanların üzerinde icmâ etmiş olduğu isim ve sıfatlarla isimlendirilip vasfedilebilir. İsim veya sıfat nas yoluyla sâbit olursa bu durumda bize vâcib olan boyun eğmek ve teslim olmaktır. Bu konuda celâline layık olan ne ise o olur.”[18]
Kur’ân ve sahîh Sünnet ile bize bildirilmeyen ya da Râmi ve Mâkir (atan ve tuzak kuran) gibi mânâsı dar ve övgü içermeye hiçbir isim, Allâh’u Teâlâ’nın isimlerine dâhil edilmez. Aksi halde bu, Allâh adına bilgisizce ve zanna dayanarak konuşmak ve hüküm vermek olur. Rabbimiz Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Rabbim.. Allâh’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.” [Araf: 7/33]
“Allâh’a yalan uydurarak iftira edenden daha zâlim kim olabilir?” [Hûd: 11/18]
Yukarıda geçen Buhârî ve Müslim’in rivâyet ettiği “İhsâ Hadîsi”, Tirmizî de ve başka kaynaklarda, isim listesiyle birlikte yer almaktadır. Ancak bu rivâyetler hem sened, hem de metin açısından tenkite uğramıştır, zayıf kabul edilmiştir.[19] İbn Teymiyye -rahîmehullâh- buna dâir olarak şöyle demiştir:
“Doksan dokuz ismin tâm olarak ne olduğu husûsunda Rasûlullâh’tan -sallallâhu aleyhi ve sellem- tek bir sahîh hadis gelmemiştir. Bu konuda insânlar nezdinde bulunan en meşhur şey, el- Velîd b. Müslim’in Şuayb b. Ebî Hamza’dan rivâyet ettiği Tirmizi hadîsidir. Ehl-i hadîs hâfızları: ‘Bu ziyâde, el- Velîd b. Müslim’in ehl-i hadîs olan hocalarından derlediği şeylerdendir’ demişlerdir.”[20]
Bu nedenle ilim ehliden birçokları söz konusu rivâyetle gelen listeye itimat etmemişlerdir. Bu listenin hadîs râvileri tarafından derlendiğini ve rivâyetin sonuna eklendiğini kabul ederek Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya âit olan isimleri tespit etmek için Kur’ân ve sahîh Sünnete yönelmişlerdir. Kur’ân ve sahîh Sünnetten isim sigasıyla vârid olan geniş ve kapsamlı, yücelik ve övgü mânâsı olan isimleri Allâh’ın isimleri olarak kabul etmişlerdir. Bizim de usulümüz, bundan başkası değildir. Kuşeyrî -rahîmehullâh- şöyle demiştir:
“Allâh’ın isimleri tevkîfen; Kitâb, Sünnet ve icmâ yoluyla bilinir. Bunlarda vârid olan her ismin Allâh’a nispeti vâcibtir. Bu yollardan birinde yer almayan isimler manen doğru olsalar bile Allâh’a nispet edilemezler.”[21]
Esmâu’l-Husnâ’yı Bilmenin Faydaları ve Önemi:
Sözlerimizin başında da zikrettiğimiz üzere Allâh’ın isimlerini bilmenin önemi çok büyüktür ve kullara sağladığı birçok önemli faydalar vardır. Onları kısaca üç maddede özetlemek mümkündür:
1- Esmau’l-Husnâ, Rabbimizi doğru tanımaya vesiledir. Allâh’u Teâlâ’yı emrettiği üzere doğru tanıyan bir kimse, İslâm Dînin temeli olan Allâh inancı noktasında sapmaz; sapanları sapkınlığına da dalmaz. Zîrâ tüm itikâdî ve amelî sorunların, şirk ve bid’âtlerin temelinde bozuk ve bâtıl bir Allâh inancı vardır. Bu nedenle doğru bir inanca sâhib olmak ve bu inanç üzere kalmak için Allâh’ın isimlerini öğrenmek ve öğretmek, tefsîrini iyice anlamak ve anlatmak Müslümanların asla terkedebilecekleri bir şey değildir.
2- Esmau’l-Husnâ, tevhîd ehli olmaya ve şirkten de korunmaya vesiledir. Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın isimlerini hakkıyla bilen ve bu isimleri tefekkür eden bir kimse, O’nu tevhîd eder. Çünkü bu, insânın fıtratı gereğidir. Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Rabbimizden naklederek şöyle buyurmuştur:
“Ben kullarımın hepsini hanifler olarak yarattım. Sonra şeytanlar geldi ve onları dînlerinden saptırdılar. Benim kendilerine helâl kıldıklarımı, onlara haram ettiler. Benim hakkında delîl indirmediğim bir şeyi, bana ortak koşmalarını emrettiler.” [Müslim (2865); Ahmed (17484)]
Allâh’ın el-Vâhid ve el-Ahad isimlerini bilen ve tefekkür eden bir kul, Allâh’ın zâtında ve fiillerinde, sıfatlarında ve mülkünde bir ve tek olduğuna tevhîd üzere îmân eder, şirkten ve şirke götüren inançlardan kendini korur. Yine Allâh’u Teâlâ’nın el-Hakîm ve el-Hakem isimlerini bilen ve tefekkür eden bir kul, hükmetme yetkisini mutlak olarak Allâh’a verir, Rabbimizin her şeyi büyük bir hikmet üzere yarattığını görür, fiillerindeki adâlet ve hikmete hayran kalır. Allâh’ın diğer isimlerinde de durum böyledir.
3- Esmau’l-Husnâ, ahlakı, yaşantıyı, duygu ve düşünceleri düzenlemeye ve güzelleştirmeye vesiledir. Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın isimlerini hakkıyla bilen ve bu isimleri tefekkür eden bir kimse, hal olarak alınması câiz olan isimlerin mânâlarını alır ve kendisine ahlak edinir. İlim, merhamet, cömertlik, şükür, ihsan, sabır ve yumuşak huyluluk gibi güzel ahlak ile bezenir. Hal olarak alınması câiz olmayan isimlerin mânâlarından da sakınır. Büyüklük, yücelik ve müstağni olmak gibi Rabbimize özel sıfatları edinmeye çalışmaz. Mutlak olarak yerilmiş ve yasak kılınmış olan haset, cimrilik, suizan, yalan, hayâsızlık, tecessüs, sertlik ve katı kalblilik gibi kötü ahlaklardan da uzak durur. Zîrâ hayrı alan şerden, güzeli alan çirkin şeylerden kendini korumuş olur; koruması gerekir. Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Kıyâmet gününde bana en sevgili ve en yakın olanlarınız ahlakı güzel olanlarınızdır. Bana en sevimsiz ve uzak olanlarınız ise geveze, ağzı bozuk ve kibirli olanlarınızdır.” [Tirmizi (2018); Beyhakî (Şuabu’l-Îmân: 7622)]
Söz Sonu:
En güzel isimler Allâh’ındır. Bu isimlerin kaynağı Kur’ân ve sahîh Sünnettir. Esmâullâhı, Kur’ân ve Sünnet naslarına bağlı olarak ehl-i sünnet menheci üzere öğrenmek büyük bir şeref ve nimettir. Bu konuda akıl yürütmek bedhahlık ve ilhâddır. Allâh’a, o güzel isimlerinle duâ etmek, o isimlerin gereği olan şeyleri sözlü ve fiili olarak yerine getirmek kulluğun gereğindendir. Rabbimiz bizlere bu ilmi hakkıyla öğrenmeyi, öğrendiklerimizle güzelce amel edebilmeyi, zâhir ve bâtınımızı râzı olduğu hal üzere kılmayı ve öylece yanına ulaşmayı nasip etsin. Allâhumme âmin..
Minhâc Dergisi 1. Sayı | Nisan 2022 | Kaan Sâlih
Dipnotlar
[1] İbn Kayyim, Miftâhu Dâri’s-Seâde: 1/86.
[2] İzzeddîn b. Abdusselâm, Şeceratu’l-Meârif: 18.
[3] İzzeddîn b. Abdusselâm, Şeceratu’l-Meârif: 74.
[4] İbn Kayyim, el-Cevâbu’l-Kâfî: 84.
[5] İbn Kayyim, Hediyyetu’l-Hayârâ: 2/591.
[6] İbnu’l-Vezîr, el-Avâsım: 7/228.
[7] İbn Kayyim, Cilâu’l-Efhâm: 172.
[8] İbn Kayyim, Medâricu’s-Sâlikîn: 1/144.
[9] İbn Kayyim, Bedâiu’l-Fevâid: 1/169.
[10] Kurtubî, el-Esnâ: 7-8.
[11] İbn Kayyim, Bedâiu’l-Fevâid 1/166.
[12] Kurtubî, el-Esnâ: 10.
[13] Nevevî, Şerhu Müslim: 17/5.
[14] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî: 13/ 390.
[15] İbn Kayyim, Bedâiu’l-Fevâid: 1/164.
[16] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî: 11/217.
[17] Kurtubî, el-Esnâ: 7.
[18] Kurtubî, el-Esnâ: 15.
[19] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî: 11/223.
[20] İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ: 22/482.
[21] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî: 11/217.